YAŞADIKLARIMIZ .......... HİSSETTİKLERİMİZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞADIKLARIMIZ .......... HİSSETTİKLERİMİZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

AÇLIĞIN FOTOĞRAFLARI

Yukarıdaki , Kevin CARTER'in , 1994 te Pulitzer ödülünü kazanmış bir fotoğrafı...

Afrika Yardım kampına ulaşmaya çalışan ve açlıktan ölmek üzere olan bir kız çocuğunun gücü tümüyle tükeniyor.Az ilerde , leş ile beslenen bir akbaba , ölüm halindeki kızın ölümünü bekliyor...
Fotoğrafçı, bu olayı yakalıyor, fotoğraflayıp o anı ölümsüzleştiriyor...
Fakat, kız çocuğuna yardım etmeden orayı terkediyor.. >

Ödül kazanan bu fotoğraf, refah içinde yaşayan insanları sarsıyor.. Açlıkla mücadeleye ve açlıktan ölümlere karşı çalışmalara destek olanlar gittikçe çoğalıyor..
Ancak , Kevin CARTER, açlık nedeniyle ölüm halinde olan ve biraz sonra bu akbabaya yem olacak çocuğu kurtarmadığı için çok ağır eleştiriler alıyor.Kevin CARTER ise , kendisinin o anı tesbit eden bir profesyonel olduğunu ,ve o çocuğa yardım etmek gibi bir görevi olmadığı şeklinde savunuyor..

Ancak vicdanı onu rahat bırakmıyor..Açlıktan ölmekte olan çocukların peşine takıldığını ve onu kovaladığını söyleyecek kadar ağır bir ruhsal bunalıma sürükleniyor....

Ve sonunda daha fazla vicdan azabına dayanamayıp, 27 Temmuz 1994 te , kamyonetinin egzoz gazını içeriye basamak suretiyle gaz ile boğularak kendini öldürüyor...
İşte ,ünlü resim ve resmin öyküsü... Siz ne düşünüyorsunuz?


.................................................................................................................................................
Sudan'da çekilmiş olan aşağıda görmekte olduğunuz resimlerin tümündeki çocuk ve bebeklerin , o anda , açlık nedeniyle ölüm halinde olduğunu biliyor musunuz?











Sudan'daki açlığı fotoğraf karelerine sığdıran ve 1994 te ödül alan Fotoğraf Sanatçısı Kevin KARTER , şu duayı bizlere bıraktı:


Yüce Tanrım...

Ne kadar tok olsam da ,tadı ne kadar kötü olsa da ,Hiçbir yiyeceğimi çöpe atmayacağıma söz veriyorum..
Bu küçük çocuğu koruman,ona yol göstermen,onu acılardan ve mutsuzluktan kurtarman için sana dua ediyorum...
Sana, çevremizdeki dünyaya karşı bizi daha duyarlı hale getirmen, ve kendi bencilliğimiz ve çıkarlarımız tarafından gözlerimizin körleştirilmemesi için yalvarıyorum...
Bu resmin, bizim,ne kadar şanslı insanlar olduğumuzu,hatırlatan bir uyarı olmasını diliyorum..........................................


Hergün beğenmeyip burun kıvırdığımız , çöpe attığımız yiyecekleri düşünün ve bu resime bakın............




Derleyen ve Yazan

Remzi BİRCAN


Devamı İçin Tıklayınız...>>

BİR ORMAN MASALI






Bir varmış, bir yokmuş .
Dünya'nın güzellikleri çokmuş...
Renk renk çiçekler böcekler
Kurtlar, kuşlar, balıklar
Göl kıyılarında sazlıklar
Çimenler, çayırlar, bayırlar
İlle de en güzeli yeşil ormanlar...
Ormanlar ki ne ormanlar
Eşsiz, benzersiz yeşil örtü
Doğanın en güzel kürkü...
Anlatılmak istenen sözün özü
Yeşil bir kentin ulu, uludağlarında
Yamacında, yöresinde, bağlarında
Çeşit çeşit çamlar, dişbudaklar, kayınlar
Gölgesindeki sularda alabalıklar, yayınlar
Bir orman varmış ki namlı mı namlı
Say ki cennet burası
Yeşil kenti varsıl yapan bu ormanı
Bilmeyen, duymayan kalmamış...
Kuşlar cıvıl cıvıl dallarda
Çilek, kiraz satan köylüler yollarda
İnsanlar bu uludağların ormanlarında
Sağlıkla, mutlulukla dolarmış
Ormanlardan uzak kalanlar sararıp solarmış...
Doğanın dengesinin kurulduğu düzende
Orman yağmuru çeker, yağmur ormanı besler
Yaşayıp giderlermiş ulu, uludağlarda...
Bu yeşil örtü, doğanın en güzel kürkü ormanın
Gözü pek yokmuş düz ovalarda, bağlarda
Tüm kenti görkemli bir tepeden izler
Bahar geldiğinde kar sularını süzer
Barajları, kuyuları doldururmuş
İnsanların yüzlerini mutlulukla güldürürmüş...
Bu kentin yeşil tutkunu insanları
Dağlardaki bu ormanları pek severmiş
Ağaçlarını korur, ona övgüler düzermiş...
Filizleri yemesinler diye, keçileri salmazlarmış
Servetleri tükenmesin diye ellerine balta almazlarmış
Çünkü onlar;
"Ormanlarımdan yaş kesenin, başın keserim"
Diyen Fatih'in torunları,
Doğan bebesi için fidan diken
Anayurt Anadolu'nun çocuklarıymış...
İşte herşey böyle mutlulukla gülerken yüzlerine
Baltalı adamlar dadanmış dağlarına, düzlerine
Şaşkına dönmüş, önce varamamışlar ayırdına
Bir anlam verememişler yabanların saldırılarına...
Kara düşünceli, kara paralı bu adamlar
Gizliden gizliye kesmişler ağaçları
Yuvasız bırakmışlar kurtları, kuşları...
Bulamaz olmuş arılar balları için kovan
Önceleri hiç kimse olmamış bu adamları kovan...
Derken kesildikçe ağaçlar
Mantar gibi çıkmış gecekondular
Bozmaya başlamış ormanın dengesini
Kara düşünceli, kara paralı adamlar...
Kar düşmez olmuş dallarına çamların
Kuşku düşmüş içine ormana sığınan canların
Ne olacak sonumuz bu gidişle
Diye sormuş ayılar, kurtlar, tilkiler
Geldi bu yabanlar bizi yuvamızdan ettiler
Bunca endişe, korku yetmezmişçesine
Bir de kibritli, çakmaklı adamlar
Dalmışlar ormana, orman alev almış
Çıra gibi tutuşmuş, yanmış
Köstebekler, dağ fareleri bile
Kış uykularından uyanmış
Gözyaşı dökmüşler; nedir bu çile diye...
Sarmış yangınlar tüm ormanları
Giderek artmış kentlilerin gamları
Bu ne aymazlıktır, bu ne kötülük
Bizler yeşil yakılmaz diye bilerek büyüdük
Bunlar nasıl adamlar, nasıl yabanlar
Yandıkça o güzelim fidanlar
Analar yavrusunu yitirmişçesine ağlamış
Dağ köylüleri karalar bağlamış
Kayıp gidiyor elimizden ormanlarımız
Acımasız ellerce kesildikçe ağaçlarımız
Erozyonla eriyor en verimli topraklarımız...
İçlerinden biri demiş ki;
Bu Dünya'da ölümden başka, neye yoktur ki çözüm?
Tuttukça ellerim, gördükçe gözüm
Ormanlarımıza el uzatan
Benden beğensin ölümlerden, ölüm
Gerekirse uyumayalım, bekleyelim ormanımızı
Kurt, keklik, tilki, tavşanımızı...
Böylece girişmişler işe hiç duraksamadan
O yeşil ovalarını kuraklık sarmadan
Yanan, kesilen ağaçların yerine
Yılmadan dikmişler yeniden fidan
Ormanlarımız bizim herşeyimiz
Tüm varlığımız, doğal servetimiz
Hakkı vardır onlar üzerinde
Saçı bitmedik yetimlerle, doğmadık bebelerimizin
Ülke toprağımızı yedi düvelden korurcasına
Çekinmeden can veririz ormanlarımız uğruna...
Yediden yetmişe tüm kentliler
Gelinlik kızlar gibi süslenmişler
Uludağlarına doğanın en güzel kürkünü giydirmişler
Yeniden bulmuş doğa yitirdiği dengesini
Mutlulukları bir kat daha artmış
Duydukça kurdun, kuşun, kekliğin sesini
Ant içmişler hep birlikte ormanları üstüne
Duyrmuş herbirisi tüm eşine dostuna
Bundan böyle yine töremizdeki gibi
Her doğan bebemize, her yeni kurulan yuvamıza
Dikeceğiz genç bir fidan
Var oldukça bu ülke, bu ulus
Ormanlarımız verecek bize can...
Bir kez daha ant içmişler
Daha özenli olalım, daha da uyanık
Duyulmasın balta sesi, kokmasın yanık
Göz dikmesin kara paralı, kara adamlar
Ormanlarımız yeşil kalsın
Çökmesin başımıza kara dumanlar...

07.12.2005 Selma Erdal


GEZEGENİMİZ.COM'dan


Devamı İçin Tıklayınız...>>

YALOVA 'DAKİ YÜRÜYEN KÖŞK ' ÜN HİKAYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ ?

( Köşkün son hali )


Dr. A.Nilay Evcil 'in bir yazısını görmüştüm bir ara bir yerde.
Yalova ' daki Yürüyen Köşk 'ün öyküsünü anlatıyordu..
Doğrusu , Yürüyen Köşk başlığını görünce , hani o perili ya da bahçesinde yatır olduğuna inanılan ve kerametlere sahne olduğu söylenilen köşkler akla geliyor . Ama Yalova ' daki bu ünlü köşkün öyküsü daha başka . ..
Şöyle anlatılıyordu ünlü köşk:


" Köşkü bilmeyenler için biraz tarif etmem gerek.

Bugünün sonradan görmelerinin yaptırdığı gibi 200-300 m2, beş-altı oda, ebeveyn banyoları, olimpik boyutlu havuz, bahçe falan gibi gösterişli ve kullanışsız bir büyüklüğe sahip değil. Son derece mütevazı.

Bahçesinde köşkün yapılmasına neden olan ulu çınar, etrafında küçük bir bahçe, iki katlı, önünde iskelesi, alt katta bir toplantı odası ve bir küçük oda, üst katta da biri terasa açılan iki odadan oluşan mütevazı, sade döşenmiş, şirin bir yapı.
Atatürk, Ertuğrul yatı ile denize açılmış muhtemelen Termal ’e giderken Yalova civarında halen varlığını koruyan muhteşem bir çınarı fark etmiş.
Bu çınar onu o kadar etkilemiş ki, yatı durdurup altında biraz dinlenmek istemiş. Bu sırada çok beğendiği bu mekânda bir köşk yapılmasını istemiş. Köşk Atatürk’ün talimatı ile 22 gün gibi çok kısa bir sürede 12 Eylül 1929’da tamamlanmış.

Köşke sık sık uğrayan Atatürk’e hemen hemen bir yıl kadar sonra çınarın bir dalının çatıya değdiği ve zarar verdiği söylenmiş. Kesilmesinde fayda olduğu belirtilmiş… Ancak Atatürk bu fikre karşı çıkmış, çok daha zahmetli bir çözümü tercih etmiş. Ağacın bir dalını kesmek yerine, bütün bir köşkü doğuya doğru kaydırmalarını istemiş.

Günün tüm mühendis ve mimarları önderliğinde, bizzat kendi nezaretinde 1930 yılının Ağustos ayında döşenen raylar ile Atatürk doğanın ne kadar kıymetli olduğunu, doğaya, ağaca ne kadar değer verdiğini kendi halkına ve tüm dünyaya unutulmayacak bir biçimde ifade etmiş.

Bugünden sonra adı “Yürüyen Köşk”e çıkan mütevazı köşk, doğaya saygının adeta anıtı olmuş. O günlerde, bugün pek çoklarının yaptığı gibi, kavak ağacı polenlerinin çevreye zararlı olması nedeniyle asla ağaç kesilmemiş , veya hırsız dallara tırmanır diye heybetli falanca ağacı da kesilmemiş veya elektrik direği koyacak yer yoktu diye de herhangi bir ağaç gözden çıkarılmamış.

Atatürk bir lider olarak daha masraflı ama çok anlamlı bir davranış örneği ile belki de onlarca kelime ile anlatılamayacak bir ders vermiş tüm dünyaya.
Doğaya saygı, doğaya verilen değer, bir dalı kesmek kolaylığına aldanmadan geleceği düşünüp o ağacı kurtarmak, onun yaşamına yaşam katmak ancak Atatürk gibi büyük bir dehanın davranışı olabilir.
Eğer o gün o dalın kesilmesine izin verseydi şimdi biz Atatürk’ün doğaya duyduğu sevgi ve özveriyi bu kadar anlamlı, bu kadar örnek bir çözümde ifade edemezdik.

Büyük bir zekâ, büyük bir lider ve geniş toplum kitlelerinin ortak. hislerine hitap edebilme gücü.... Atatürk’ün büyük dehasının sonucu olan bu mütevazı köşk ve bütün heybetiyle vakur ayakta duran, kendine verilen değerden adeta haberdar olan koca çınarı saygıyla ve gururla gezdim. Yüzyılımızın dehası Atatürk’ün neslinden bir birey olarak Ona layık olmak için daha çok işler yapmam gerektiğini düşündüm. "


KÖŞKÜN YÜRÜTÜLMESİ









Devamı İçin Tıklayınız...>>

BİR 9 EYLÜL YAZISI



Dokuz Eylül ,yalnız İzmir'lilere değil ,Türkiye'ye kutlu olsun.



Emperyalizmin o gün de bu günkü gibi , etnik ve ırk milliyetçiğini öne çıkararak, Batı Anadolu , Kuzey Anadolu ,ve Marmara bölgesinde tarihsel Helenizm hayallerini hortlatması , Sevr teslimiyet anlaşmasını hayat geçirerek bütün Osmanlı topraklarını paylaşma projesini uygulamaya sokması , Istanbuldaki yönetimin aksine , Anadolu'da umulmadık bir direnişle karşılaştı.


Yokluk içindeki Anadolu , kağnısı ile öküzü ile , kadını erkeği ile emperyalizme karşı ilk ulusal uyanış örneğini yarattı..


9 Eylül , Yunanlıların denize dökülmesinin anma günü değildir.


Emperyalizmin kışkırtmalarına kapılarak Pan -Helenist imparatorluk kurma hayalleri ile Anadoluyu işgal etmeye kalkışan Yunanlılara karşı kazanılan zaferlerin anma günü de değildir.


Yunanlılarla savaş ve düşmanlık günleri , tarihin tozlu sayfalarına gömülmüştür.




9 Eylül günü , finali İzmir'de tamamlanan bir ulusal kurtuluş savaşı , bir Ulusun kendine biçilen uğursuz bir sona hayır demesidir.


Osmanlı tebaası olan bütün uluslar kendi milliyet bilinçlerini korurken , ulus bilinci yok olan Türklüğün , yeniden kendini bulmasıdır.


Bunu , Cumhuriyetin ilanından sonra , Atatürk'ün Güneş-Dil teorisi , Hititlerin kökeni , Türk Dil kurumu ve Türk Tarih Kurumlarının kurulması ,ve yeniden Türklük bilincinin ulusa kazandırılması çalışmalarında görebiliyoruz.


Gelecek 9 Eylülleri , anlamını yaşatır şekilde kutlamak ve kentte o coşkuyu doyasıya yaşamak için herkes üzerine düşeni yapmalıdır.


9 Eylül , bir semboldür. O günün coşkusunu tüm İzmir lilerin yaşaması ,ve bu coşkunun dalga dalga ülkeye yayılması gerekir.


İlk kurşun anıtı da İzmir'dedir , Belkahve'den gururla İzmir'e bakan Mustafa Kemal Anıtı da İzmir'de..


Bu , İzmir'lilerin niçin 9 Eylüllerde gururla meydanlara ,alanlara koşup coşku dalgaları yaratmaları gerektiğinin de yanıtıdır.


Canım Türkiye , güzel İzmir ...




9 Eylül hepimize kutlu olsun...



Devamı İçin Tıklayınız...>>

BEŞ PALAMUT



(wowturkey.com , halily )
Beş Palamut , Antalyanın kuzeyinde kurşunlu şelalesinin batısında bir yer.
Antalya deyince genelde aklımıza deniz kum güneş gelir.
Fakat Antalya değişik kültür ve toplulukların da yaşamış olduğu bir şehirdir.
Bu kültür toplumlarından biri de yörüklerdir.
Yörükler yazları yaylalara , kışları sahile inerek sürdürdükleri yaşamlarında , değişik konaklama yerlerinde göçlerini dinlendirerek yurtlarına ulaşırlardı.
Honamlı yörüklerinden Çoşlu obası için bir kültürel belgesel araştırması sırasında sık sık konuşmaların arasında geçen "beş palamut" konaklama yerini incelemeye gittiğimde çok etkilendim ve oradaki asırlık palamut ağaçlarını ve konaklama yerini sizlerle paylaşmak istedim.



Yörükler keçi kılından yaptıkları çadırlarında yaşam sürdürdükleri için yıllar sonra onların izlerini bulacak herhangi bir yapı bulunmamakta. Çadır bu , kaldırıp gidersin , yerinde bir kaç güne ot biter izler doğaya karışır gider.
Etrafı çam ormanları ile kaplı Beşpalamut'ta ki küçük ovacıkta bulunan su kuyuları Çoşlu yörüklerinin izlerini bulmaya yardımcı olmaktadır. Su kuyularının içinde hala su var ve hala gelen geçene bir kova su verebilmekte.
Bu ovacıkda dolaşırken oradaki bir dönem buralarda konaklayan Çoşlu yörüklerinin göç katarlarındaki hayvanlarının, gelinlerinin, kızlarının seslerini duyar gibi mistik bir havaya girebiliyorsunuz. Belkide yanınızda getirdiğiniz soğuk yiyeceklerinizi bir palamutun gölgesinde yiyerek geçmiş dönemlere dalıp göç katarındaki çanların seslerini bile hissedebilirsiniz.



Acı bir gerçek daha var ki , bu bizim doğayla inadına savaşımız sanki. Koruyamıyoruz güzel olan birşeyleri.
Asırlık o güzelim palamut ağaçlarına Çoşlu yörükleri o kadar gelip geçtikleri halde hiç bir zarar vermemişler.
Ama ne zaman ki yörüklerin patika yollarının yerine araba geçecek bir yol yapılmış o zaman felaket başlamış. Güzelim palamutlar kesilip kamyolara yüklenip birileri tarafından odun yapılıvermiş.

Bazı düşüncesiz insanlarımız sanırım doğal güzelliklerimizin değerini ancak onları kaybedince anlayacak. Yada bunları düşünebilecek kadar da duyarsız olarak yaşayıp gidecek.





( Bu güzel yazı ve fotoğraflara wowturkey.com sitesini gezerken rastladım... O kadar güzellerdi , anlattıkları o kadar anlamlar yüklü idi ki , " halily " takmaadı ile ile yayınlanmış bu nefis yazıyı ve resimleri burada sizlerle paylaşmak istedim.. )


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Ardıç kuşu ağacını terkedince...


Bir Ankara öyküsüdür bu.... Belediyeden kaçan kaşıkçı ile Ankara'da işi olan birinin raslantısı sonrası gelişen sohbet... İşte haber:



Ankara' da işim uzamıştı. İstanbul' a dönüş için aldığım biletimi değiştirmem gerekiyordu.

Öğle arasında Sıhhiye' deki otobüs yazıhanesine gidip biletimi erteletmek için acele ediyordum. Kalabalıkta koşarak yazıhaneye ulaşmaya çabalarken çarpıştık o yaşlı adamla.

Sendeledi; elindeki büyük sepette bulunan tahta kaşık, maşalar yola saçıldı.

Sanırım o da belediye zabıtasından kaçıyordu.

Kısa süren şaşkınlıktan sonra adamın kalkmasına, yola saçılanları toplamaya yardımcı oldum. Heyecanlanmış, rengi solmuş, nefes nefese kalmıştı.

Sakinleşmesi için koluna girip yol kenarındaki banka oturmasını sağladım.

Savrulan kaşık ve maşaları toplayıp ben de yanına oturdum. Sepetten dağılanları yerine dizip bir yandan da " bırakmıyor şu belediye zabıtaları üç kuruş para kazanalım. Eve katkımız olsun " diyerek söyleniyordu. Tahta kaşıkları dizmesine yardım etmeye çabalarken " Dur hele, şimşir ve ardıç olanları diğerlerine karıştırma " diyerek engel oldu.


—Hepsi tahta kaşık işte, ne fark eder?


Olur mu beyim? Şimşir ve ardıç ile ıhlamur, gürgen bir olur mu?


—Bilmem. Görsem ağaçlarını bile tanımam herhalde. Ne fark var aralarında?


Eline aldığı kaşıklardan birinin sırtını parmaklarıyla okşayarak bana doğru uzattı:


-
Ardıç, şimşir sert ağaçtır. Kolay bırakmaz kendini, işleyesin. Zordur ardıçtan kaşık çıkarmak. Ama evlâdiyeliktir. Senelerce kullanırsın. Ihlamur gürgen ise yumuşaktır. Kolay işlersin ama çabuk yumuşar, dayanmaz.


Daha sonra Sivas' ın Hafik ilçesinde çiftçilik yaptığını, sağlık sorunları nedeniyle kızının yanına Ankara' ya yerleştiğini, evin geçimine katkısı olsun diye kaşık ve maşa yapıp işportada sattığını anlattı. Özellikle ardıç ağacının zor bulunduğundan yakındı. Elindeki maşayı eliyle okşayarak


"-Ardıç kuşu ağacını terk etti. Bir araya gelmeleri çok zor, artık " dedi.

Anlamamış gözlerle bakmış olacağım ki açıklama yapma ihtiyacı duydu:


-
Beyim, ardıç kuşunu bilmez çoğumuz. Bilenler de unuttu, gitti. Ardıç ağacı yabanidir. Öyle tohumundan üretemezsin, çeliklemeyle de olmaz. Ağacın üremesi meyvelerinin ardıç kuşu tarafından yenilip pisliği ile atılmasına bağlı. Ağacın tohumu ancak o zaman filizlenebilir hale gelir.


—Yani bu kuş olmazsa ardıç ağacı üreyemiyor, öyle mi?

Evet, aynen öyledir. Bunlar biri birine mahkûm sevdalılardı.


—Peki, sonra ne oldu, kuşlar mı azaldı?


Kuşlar azalmadı, hatta çoğaldılar bile. Ama şehirler büyüdükçe çöplükleri de büyüdü. Kuşlar ardıcın meyvelerini yemektense çöplükten beslenmenin daha kolay olduğunu keşfettiler. Ardıç kuşu ağacını unuttu. Şimdi kentlerin kasabaların çöplüklerinde yaşıyorlar. Ardıç ağaçları ise kayboluyor gözümüzün önünden.


Elindeki kaşığı, diğerlerinin arasına yerleştirdi. Sepetine tekrar göz atıp çıkardığı maşayı bana doğru uzattı:

Bak bu ardıç. Çürümez, nemlenmez. Eskiden ölüleri gömdükten sonra mezarlara konulurdu. Çürümediği için mezar çökmezdi. Son yolculukta arkadaştı, insanlara. Şimdi kıymete bindi. Mezarlarda yumuşak ağaçları kullanıyorlar.


—Olsun, aynı işi gördükten sonra varsın dayanıksız olsun.


Şehirliler de hep senin gibi konuşuyor beyim. Herkes ardıç kuşu gibi zahmet çekmektense çöplükten kolay geçinmenin, kolay yaşamanın yolunu arıyor. Ardına bakmıyor. Çocuklarım ile kasabada yanımda kalmaktansa ardıç kuşu gibi şehirde daha kolay yaşandığını görüp uçup gittiler. Sorsan hallerinden çok memnunlar. Ama geride bıraktıklarını bilmiyor, görmüyorlar.


—Sonunda sen de gelmişsin işte şehre! Buradan medet umuyorsun.


Ama ben ardımda kalanların farkındayım. Şehirde emeğin hiç değeri yok. Her şey bol, kolay ve ucuz. Biraz paran olsun emek vermeden yaşayıp, geçip gitmek mümkün bu şehirde.

—Ne var bunda, şehirler hep böyle?


Sustu bir süre. Kafasını sağa sola sallayıp kendi kendine söylendi:


"
Sevgi yok beyim. Şehirde sevgi yok! İnsan emeğini sever. Ben bu kaşıkları tek tek elimde yapıyorum. Beğeninceye kadar uğraşıyorum. Kızımın evine katkım olsun diye satıyorum ve bu beni mutlu ediyor. Elimin emeğinin beğenilip bir yerlerde kullanıldığını bilmek hoşuma gidiyor. Şehir insanı ise emek vermediği için sevmesini de bilmiyor. Ardıç kuşu gibi yaşıyor, semiriyor, ürüyor ama geride kalan ardıç ağacının çektiği acıyı bilmiyor, görmüyor. Görse bile anlamıyor. "


Bir süre daha konuşmadan oturduk o bankta.

Ardıç ağacından yapılmış bir çift kaşık satın almak istedim. Sepetine göz atıp seçtiği kaşıkları gazete kâğıdına sarıp uzattı.

Söylediği fiyattan fazla para vermek istedim; ederinden fazlasını almadı.

Sepetin ipini omzuna atıp, kucakladı. Helâlleştik. Sıhhiyeye doğru ağır adımlarla yürüyerek şehrin kalabalığında gözden kayboldu.


(Bu öyküyü " Moral Haber'den aldım..)

............................................................................................


Doğada yerinden oynatılan her taş , yuvası bozulan her kuş , tarlalarımıza attığımız zehirli ilaçlar , ekolojik kirlenme , bitki ve hayvan türlerinin hızla yokoluşu , aslında bizim gelecekteki yaşam ortamımızı yok eden davranışlar değil mi ?

Keneler afet gibi sardı ortalığı ..Nedenleri konusunda rivayet muhtelif...Kimisi , geçen yıllarda kuş gribi kampanyaları ile panik yaratarak telef ettirilen tavuk ve benzerlerinin ortadan kalkmasıdır sebep dedi..Kimisi de tarlalalara atılan zehirli ilaçların kuş türü hayvanları öldürdüğü için kene populasyonunun patlama gösterdiğini söylüyor..

KKKA taşıyan kenelerin bir biyolojik silah denemesi olduğu da konuşuluyor..Dedik ya..Rivayet muhtelif...




İzmir Çatalkaya 'da ağaçlandırma çalışmaları yapılırken , dozerle yapılan toprak işlemesi sırasında , yılanların zarar görmesi nedeniyle ,ertesi yıl ağaçlandırma sahasında fare populasyonunda afet halinde bir artış meydana gelmişti..
Fareler kemirgen yaratıklardır bilirsiniz.. Ağaçlandırma sahasına dikilen fidanları kemirerek kurumalarına yol açmışlardı..Doğal düşmanları ortadan kalktığı için , zorunlu olarak zehirli ilaç kullanarak fare populasyonu azaltılabilmişti..
Yılanları kötü canlılar olarak algılamamışımdır hiç..Ama O yıldan bu yana daha da sempatik bulduğumu söylemeliyim.
Bitki ve hayvan hastalıklarına yol açan zararlıların son zamanlarda iyice artmasının nedeni ,bunların doğada bulunan doğal düşmanlarının yokolmasıdır.

"Arıları iyi izleyin " demiş Einstein..."Arıların kaybolması , dünyanın sonu demektir"

niye ,hiç düşündünüz mü?

Meyve ağaçlarımız, zeytin ,narenciye vs ağaçlarımız ve benzer bitkiler bol miktarda çiçek tutuyor ,ama çiçekler meyveye dönüşmüyor..

Çiftçi amca diyor ki "ne kadar çok çiçek vardı ...Hiç meyve tutmadı ağaçlar bu sene...."


Çoğu nedenini biliyor...Arıların kitlesel ölümlerinden kaynaklanıyor bu kısırlık....

Ne ilgisi mi var ?

İlgisi var tabii ki. Şöyle :

Bitkiler ayrı ayrı ağaçlarda ya da aynı ağaç üzerinde genellikle erkek ve dişi çiçekler oluşturur..

Meyvenin oluşması için ,erkek çiçekte üretilmiş çiçek tozlarının (polen ) , dişi çiçeğin pistil denilen üreme organına ulaştırılması gerekir...

Bunu genellikle uçucu canlılar , kuşlar çoğunlukla arılar , ve rüzgar sağlar...

Arıların ilaç ,ekolojik kirlilik ve diğer nedenlerle yitip gitmesi ,meyve ve tohum tutumunu ,gıda üretimini , ve özünde de bitkinin üremesini etkiler..

Bunun ne demek olduğunu anlatmaya gerek var mı ?

Öyküde bahsedilen ardıç kuşu ile ardıç ağacının ilişkisi ise çok ilginçtir.Kuşların badem ve bir çok ağaç tohumunun uygun yerlere ulaştırılıp çimlenmesindeki rolünü biliyoruz.Ardıç ağacının tohumu sert odunumsu bir kabuğa sahiptir.Toprağa düştüğünde , tohum bu sert kabuk nedeniyle çimlenemez.Ve bu tohumdan yeni bir bitki de meydana gelemez bu sebepten..

Ancak bu engelin giderilmesinde ardıç kuşunun hayati rolü vardır.Ardıç kuşu bu ağacın meyvesini severek yer.Taşlık ve sindirim sistemindeki öğütme işlemi sırasında ,ardıç kuşunun sindirim salgılarındaki maddeler , tohumun bu sert kabuğunu yumuşatır ve inceltir.. Dışkı ile kuşun vücudundan dışarı atılan tohum , toprağa ulaştığında artık ,çimlenmeye ve yeni bir ardıç ağacı meydana getirmeye hazırdır.

Toroslarda , doğada gördüğünüz o yüzlerce yıllık ardıç ağaçları işte bu şekilde dünyaya gelmişlerdir. Ardıç ağacının üremesi için arı kuşunun mutlaka devreye girmesi gerekir.Bunun başka bir yolu da yoktur.


Öte yandan , Toroslardaki sevgili ardıç ağacını terkederek kente akın eden , çöplükte kolay yaşamı seçen arı kuşu örneği , eminim ki günümüzün çarpık sosyal yapısına da çok etkileyici göndermeler yapıyor , ne dersiniz ?


........................................................................................

Tam üstte okuduğunuz yazıyı hazırlamıştım , gazetelere bir göz atmaktaydım ki Akşam gazetesindeki şu haber dikkatimi çekti...

Konuyu biraz daha detaylandıran bir haber :


ARILAR KAYBOLUNCA KIYAMET KOPAR MI ?




Son 3 yıldır kaybolan arılar, dünyanın bir numaralı gündem maddesi haline geldi. Şimdiye kadar dünyadaki balarılarının 4’te birinin ortadan yok olduğu tespit edildi.İlk başlarda küresel ısınma, kene ve tarım ilaçlarının üzerinde duran bilim adamları olayların gizemli bir virüs sonucunda yaşandığını ortaya koydu. ‘Kovan sönmesi sendromu’, “Dünyanın sonu yaklaştı mı?” sorusunu da beraberinde getiriyor.Çünkü, arılar 130 bin bitki türünün döllenmesini sağlıyor. Çiçekli bitkiler, döllenme sonucunda ürün veriyor.
Albert Einstein’ın “Arılar yok olduktan 4 yıl sonra da insanlık yok olacak” tezi de böylece gerçekleşecek. Şimdiden mahsullerde düşüş var. ABD’de salatalık üretimi yarı yarıya azaldı.Türkiye de tehlikede TÜRKİYE dünya balarısı nüfusunun yüzde 8’ine sahip. 2005’te Hatay’daki arılarda yüzde 52 oranında düşüş yaşandığı açıklanmıştı.Arı ölümleri devam ederse Türkiye’deki elma, vişne, fındık, kayısı ve ayçiceği gibi ürünlerin üretimi ciddi oranda düşecek.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Balkonda kuşlar...

HER yerde kar var...
Güvercinler, serçeler, sığırcıklar, saksağanlar o sabah terasta yerlerini aldılar.Nasıl olur, geçen seneyi nasıl unutmamışlar.Üstelik hepsinin yüzü terasa açılan kapıya dönük.
Hatta kimisi camdan içeri bakıyor.Sanki "Yine aç kaldık" der gibi.
Kar var yerde.Kent bembeyaz.
Tarlalar-otlaklar karın altında , ve doğadaki tüm canlılar kar yağdığından bu yana açlar.
*Karlı camın önünde, bilgisayarımdan sevgili Cengiz Altınsoy’un bir eski hikáyeye benzeyen mesajını okuyorum:

-Bir ciğerci , kapısının önündeki kedileri sevmedi, onları istemedi. Sonunda onları çuvala doldurarak uzak bir yere götürüp attılar.O günden sonra kimse dükkánına gelmedi ciğercinin.Dükkán bomboş kaldı.
Günler sonra bir yaşlı kadın uğradı sadece, "Oğlum burada ciğerci vardı, nereye taşındı?" diye sordu.

Ciğerci , bir tek müşteri olsun geldi diye sevindi, "Burası teyze" dedi. Kadın çevresine bakarak mırıldandı:
-"İyi ama hani kediler yok... İnsan kedileri görünce burada ciğerci olduğunu anlar..."

Ciğerci kötü bir şey yaptığını anladı, kedilerini aramaya gitti, uzak bir yerde kediler bir başka ciğercinin önündeydi. Ve içerisi müşteri doluydu.
Kedilerini almasına yeni ciğerci izin vermedi:
-"Onları veremem... Onları gören buranın ciğerci olduğunu anlıyor, dükkánım ilk kez dolup taşıyor..."

*Kuşlar balkona dizildiler.
Açlar, aç...
Bir avuç pilav artığı, bir dilim bayat ekmek kırıntısı, sofranın döküntülerini olsun verin.
Doyurun, ölmesinler.
Balkonunuz kirleniyor diye kızmayın sakın, bir an için yüreğinize kanat takın.
Ciğerciyi gösteren kediler gibi, balkondaki kuşlar içerde merhametin-sevginin olduğunu gösterirler.
Dışarısı soğuk...
Yerde kar var...



Bekir COŞKUN ,Hürriyet


Devamı İçin Tıklayınız...>>

YANIYORUZ

Börtü-böcek, gövde – dal, yaprak yaprak…

Ekrandan yansıyan alevler odamıza doluyor.Yanıyoruz,yakıyoruz, seyrediyoruz.Nerede, nasıl, ne kadar yandığı önemli değil. İhanet, kasıt,ihmal, tedbirsizlik” sebebi önemli değil. Yanıyoruz, seyrediyoruz.

Gelibolu, Düzlerçamı, Bodrum, Bolu, Marmaris, ,Belek, Akseki, Manavgat,,Alanya veyahut adını bilip bize çooook uzak bir yer, mesela Amazonlar. Yanıyoruz, seyrediyoruz.

Diken de insan. Halfeti’de Hasankeyf Barajı’nın suları altında kalacak bağını , bahçesini, toprağını kaybetmek zorunda kalan köylüyü hatırladınız mı?. Sular altında kalacak 30 yıllık meyve bahçesine bakıp, çökmüş omuzlarının arasına aldığı başını iki eliyle tutup iki gözü iki çeşme nasıl ağlıyordu koca adam… Sanki evladı şehit düşmüş baba gibi, tek tek diktiği ağaçlara bakıp nasıl içini geçiriyordu….

Orman, ormancılık böyle bir karasevdadır.Toprakla buluşturduğunuz her fidan sizin evladınızdır. Bu bugünün meselesi de değildir.

“Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi “ uzanan Anadolu Topraklarına yerleşmeye karar veren atalarımızın ilk işlerinden biri yanı başlarına bir-iki fidan dikmek olmuş diye yazıyor tarih kitapları.

Ağaç, göçebelikte yerleşik düzene geçişin simgesi olmuş.

Ağaç, tarlanın sınırı, mülkiyetin simgesi olmuş.

Ağaç, bir bebek dünyaya geldiğinde O’nunla birlikte boy atsın , geleceğine güvence olsun diye dikilmiş; doğumun simgesi olmuş.

Ağaç, ölünün baş ucuna dikilmiş. Gölgesinde huzur içinde uyusun diye.

Ağaç, yaşamın, kudretin simgesi olmuş. Emanet sayılmış yüzyıllar boyu.

Sonra… unutulmuş töreler, boşlanmış gelenekler.

Doğada ilk talan – yağma - yok etme “ormandan” başlamış insanoğlu. Karnı tok olsa da gözü aç. Kendini “doğanın efendisi” sanıyor.

Tarla için, ev için, yol için, otel için, golf için, havaalanı için,… bahane çok.

Yakıyoruz, seyrediyoruz.

Oysa, “orman” yok oldu mu; doğa adına ne varsa yok olmaya başlar birbir.Türler yok olur, meralar tükenir, hayvanlar cılızlaşır, sular bulanır, hava solunmaz olur, dinlenmenin keyfi kaçar, selin önüne geçilemez. Ve toprak gider, TOPRAK..

TOPRAKANA gidince de yoksulluk, çölleşme, susuzluk, açlık göç başlar.Toplumun morali düşer, birarada tutan değerler yok olur. Varlığımızın nedeni topraksa, yok oluşumuzun nedeni de erozyon olur.

Yakıyoruz, seyrediyoruz.

Kıyametin kopacağı yok. Kıyameti koparmak için harcanan büyük çaba var.

Kolayken sevgi – paylaşım – dayanışma –hoşgörü. Aç gözlülük, doyumsuzluk, tüketim, israf, cahillik ve İHANET var. Nesline ihanet, vatana ihanet!

Yanıyoruz, seyretmeyin.

Vatan topraklarına sahip çıkn. Yakan, yıkana, talana, yağmaya dur deyin. Yeşil örtüye, ormanlarımıza sahip çıkın. Çocuklarınızın geleceğine sahip çıkın.

Üzerinize vazife olmayan işlere karışın.

Türkiye ÇÖL olmasın.

Engin ÖZDEMİR , Mevsimsiz


Devamı İçin Tıklayınız...>>

KIZKARDEŞİM AĞAÇ

Ömer AKŞAHAN
-Mevsimsiz-


Her kitapseverin yaptığı gibi, hem internetten, hem yazılı basından çok satan kitaplar listesi okur, fırsat buldukça kitapçıları dolaşırım. Bilgiye olan açlığımı doyuracak yeni yapıtlar ararım. Kitabın yargılandığı -hem de yazarın yaşına, başına bakılmaksızın- bir ülkede mutluluğu kitaplarda bulmaya çalışırım. Çok mu bu isteğim, ne dersiniz? Oysa bakın, bu yıl öğrencilerin bir dönemde kaç kitap okuduğu, bunların hangi kitaplar olduğu karnesiyle velisine duyurulacak! Kitap adına, alkışlanacak bir uygulama değil de nedir?

Konya’ya yola çıkmadan önce okumak için kitaplığımı karıştırırken gözüme Ernst Fischer’in “Sanatın Gerekliliği” ilişti. 1974 yılında satın aldığım -ilk baskı- bu kitabı yeniden okumama neden olan ilk cümlesi; “Onsuz edilemeyen bir şeydir şiir – ama neden onsuz edilemez bir bilsem.”diyordu Jean Cocteau. Bir çoğumuz kitap satın alırken arka kapak yazısını okur, çoğumuz için bu sayfa önemlidir. Ancak daha önce satın aldığınız bir kitapsa ve uzun zaman önce okuyup bir köşeye iliştirdiğinizse onu yeniden okumak için arka kapak yazısına gerek yoktur. Doğrudan içine girer ve ilk cümlesinin sizi yakalamasını beklersiniz, benim Fischer’in kitabında yaşadığım gibi.

Her kitap bir serüvendir. Fikrin doğuşundan basımına değin yaşanan onca ilginç olay, adeta tiyatro kulisinde yaşananlara benzer: Güç, iktidar, aşk, aldanma, aldatılma, yanılma, çalma, sözünde durmama, ne ararsan vardır. Eğer bir kitabın perde arkası yazılabilseydi, kim bilir asıl kitaptan daha çok satardı. Aşağıda vereceğim örnek yanılmalar konusunda güzel bir örnek olabilir:

“Bir gün Paris’te bir yayınevinin kapısından 14-15 yaşlarında bir çocuk girer. Koltuğunun altında bir tomar kağıt vardır. “Şiirlerimi kitap halinde bastırmak istiyorum.”der.

Yayınevi sahibi gülümsemeden edemez. Ancak kendine pek güvenir görünen bu çocuğu kırmamak için,

“Şiir kitapları pek satılmıyor oğlum, bu nedenle basamam.”der. Genç şair kendine güvenerek,

“Benim şiirlerim satılır.”der ve ekler,

“Yazık, hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız bundan sonraki eserlerimin yayın hakkını size verecektim.”

Bu çocuk ileride dahi bir şair ve romancı olacak Victor Hugo’dan başkası değildir.(1)

Sözü Fischer’den açtınız ama son zamanlarda sizi ağaçlar üzerine yazmaya iten şey neydi, derseniz; yanıtım bir psikolog kadar etkili olmasa da çocukluğuma yaptığım kısa yolculuklar diyebilirim. Öyle ya, onlar da hastalarının çoğu ruhsal sorunlarının çözümünü geçmişte aramıyorlar mı? En iyisi onlar söylemeden ben itiraf edeyim, dedim, n’olmuş yani. Hatta anneme olan özlemimi ağaçlarla özdeşleştiriyor da olabilirim. Rahmetli ağaçları hastalık derecesinde severdi. Küçücük bahçemizde yetiştirmediği ağaç türü kalmamıştı. Nerden buluyorsa bir üzüm çubuğunu hemen ilk gördüğü yere sokuştururdu. Hepsi de maşallah tutmuştu. Bildiğim kadarıyla yedi çeşit üzüm asmamız vardı. Bunların arasında en çok pembe razakı üzüme bayılırdım. Toprağına ışık yağsın rahmetlinin.

Şeker bayramının üçüncü günü erik bahçemize gittik. Güz incirleri topladık, çıtlık topladık. Hormonsuz olduğu için her birinin tadı bir başkaydı. Kendimizi ödüllendirdik. Ne zaman bahçeye gitsek eşimin mutluluğu bir kat daha artıyor, sağlık sorunlarını unutuyor, neşeleniyor. Heyecanla ağaçların arasında dolaşıyor. Ağaç sevgimiz orada doruğa çıkıyor dersem abartmış olmam. Herkese de ağaçlarla dost olmayı, onlarla konuşmayı öneririm. Geçmiş toplumların tarihinde, sosyal yaşamlarında ağacın ne denli önemli olduğunu bilirdim de aşağıda okuyacağınız ölçüye ulaşacağını düşünemezdim.

“Djagga zencileri ağaç kimin toprağında yetişmişse o adamın kızkardeşi sayıyorlar ağacı. Ağacı kesme hazırlığını bir kızkardeşin düğün hazırlığı gibi yapıyorlar. Ağacın kesileceği günden bir gün önce ona süt, bal vb. getirip “mana mfu (giden çocuk), kızkardeşim sana bir koca veriyorum, seni alacak, benim kızım.”diyorlar. Ağaç yere devrilince de sahibi, “Beni kızkardeşimden ettiniz.”diye başlıyor dövünmeye.”(2)

İlkel toplumlarda sanata geçişin buna benzer törenlerle başladığı yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Ağacın kutsallığına olan derin inanış değil midir ki, günümüzde hâlâ ağaçlara çal çaput bağlanarak dilekler tutuluyor.

“G. Strehlow orta Avustralya’daki Aranda ve Loritja oymaklarıyla ilgili olarak şunları yazıyor:

‘Bir kadın gebe kaldığını, yani ratapa!nın (totemin) içine girdiğini anlar anlamaz, doğacak çocuğun dedesi… bir mulga ağacına gider ve bireyi atalarına ve evrene bağlayan gizli totemden (tjurunga’dan) küçük bir parça keser, üstüne bir hayvan dişiyle totem atası ya da kendi totemiyle ilgili işaretler de çizer… Totem, totem atası, totemin çocuğu (törelerde özel süsleri ve maskeleriyle temsil eden kişi) tjurunga türkülerinde bir tek bütün olarak belirir…’” (3)

Yine günümüzde sevgili adlarının baş harfinin ağaç kabuğuna çakıyla kazınıp kalbin ortasına yazma geleneği demek ki Avustralyalı atalarımızdan miras bir şeymiş!

Halen yaşamakta olduğumuz batıl inanışların kökeninde bu totem inançları yatmıyor mu? Özellikle son zamanlarda artma eğilimi gösteren linç girişimleri de bana ilkel dönemleri anımsatıyor. Toplumsal travma yaşadığımız 12 Eylül öncesine bir dönüş mü var, ne dersiniz?

Yirmibirinci yüzyılın kralları nasıl olacak dersiniz? Geçmişte kralın yeri ise şuydu:

“Nijerya’da krallar önceleri sadece kraliçelere kocalık ederlerdi. Toprağın ürün verebilmesi için kraliçelerin gebe kalması gerekirdi. Ay-Tanrının yeryüzündeki temsilcileri sayılan erkekler görevlerini yerine getirdikten sonra kadınlar tarafından boğulurdu.

Hititler öldürülen kralın kanını tarlalara serperler, etlerini de kraliçenin bakıcı kızları yüzlerine dişi köpek, kısrak ve dişi domuz maskeleri takarak yerlerdi. Anaerkillikten ataerkilliğe geçilince kraliçenin yetkileri de krala geçmeye başladı. Kral yapma memeler takıp uzun etekli giysiler giyerek kraliçenin yerini aldı. Onun yerine sözde-kral kurban edilmeye başlandı ve sonunda sözde-kral’ın yerini de hayvan kurbanlar aldı. Gerçek efsaneye; büyücülük törenleri dinsel tapınmaya; en sonunda büyücülüğün kendisi de sanata dönüştü.” (4)

Şimdi ise, demokrasimizin sözde-kralları siyasi parti liderleri miydi yoksa?

Rahmetli iki ablamın bana ağaç olmasını, gölgelerinde yeni düşlere yelken açmayı ne kadar da isterdim., Peki ya siz, kızkardeşinizin ne olmasını isterdiniz?



Kaynakça:
(1) Mavisel Yener, ‘Yol Arkadaşlarıma’ adlı yazısı, Çamlı Bahçeninin Giz(li) Sözleri, 20.05.2004, İzmir
(2) Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çeviri: Cevat Çapan, s.49, Konuk Yayınları, 1.Baskı,1974, İstanbul
(3) a.g.y., s.53
(4) a.g.y., s.50 Ömer AKŞAHAN ,Mevsimsiz


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Kuraklık : Akdeniz afeti

Akdeniz, Akdenizlilerindir.

Akdeniz, bir deniz bile değildir; o bir denizler bütünüdür.

Ve bu denizler adalarla dolu, yarım adalarla kesilmiş ve dallı budaklı kıyılarla çerçevelenmiştir.

Akdeniz, bir deniz olmayıp aralarındaki az veya çok geniş kapılar aracılığıyla bağlantı kuran sıvı ovaların birleşimidir.

Akdeniz; ırkların , dinlerin, adetlerin, uygarlıkların olağan üstü harmanında hiç de yok edilemeyen bir özgürlüktür. (Fernand BRAUDEL )

Bu iklimin insanların hayatı açısından eksikliği, yağmurların yıllık dağılımından kaynaklanmaktadır. Yağmur çok yağmaktadır.hatta bazı noktalarda ölçüsüz bir şekilde yağmaktadır.Fakat yağmurlar ilkbaharda ve sonbaharda gelmektedir. Bu kabaca , muson iklimlerinin tersidir. Muson iklimleri sıcaklık ve suyun verimli buluşmalarını örgütlemektedir. Akdeniz ikliminin ise bu önemli hayat faktörlerini, tahmin edilecek sonuçlarıyla birlikte ayırmaktadır.Yaz döneminin ‘’ şanlı gökleri ‘’ ağır bedeller ödetmektedir.Kuraklık her yerde akan suların duraklamalarına veya kurumalarına hükmederek, doğal sulamayı etkilemektedir.

Kuraklık bütün otçul bitkilerin duraklamasına hükmetmektedir; bunun sonucu olarak tarım için olduğu kadar bitkiler için de kuraklığa uyum sağlama, değerli su dağılımını en çabuk ve en iyi şekilde kullanma zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır.

Kış bitkisi buğday olgunlaşmak ve faal hayat devresini tamamlamak için mayıs – haziran ayından itibaren acele etmeye başlamaktadır.

Mısır ve Andaluçya da ise nisan ayından itibaren, Tunus’taki zeytin ağaçları meyvelerini olgunlaştırmak için belirleyici sonbahar yağmurlarından yararlanmaktadır.

Öyle gözükmektedir ki, dry farming çok erkenden ampirik ( yalnız görgüye dayalı usul ) olarak her tarafta uygulanmıştır. Ve bu sadece Fenikelilerin yaptıkları deneylerden sonra değildir.

Doğudan gelen sulama, çeşitli yöntemleriyle birlikte çok erkenden Akdeniz alanına nüfuz etmiştir.

Bu sulama tekniklerinin Akdeniz’e geldikleri yollardan uzun zamandan beri kurak ülkelere uyum sağlamış olan bir çok bitki de (otçul ve ağaççıl ) gelmiştir.

İsa’dan önceki birinci binde bağ ve zeytin yetiştiriciliğinin denizin doğusundan batısına doğru geniş ölçekte yayılmasını gerçekleştirmiştir.. Akdeniz’in iklimi nedeniyle ,ağaççıl kültürlere yönelmesi alnına yazılmıştır.Bir bahçe olduğu kadar besleyici ve tanrısal ağaçların da ülkesidir.

Buna karşılık ,Akdeniz iklimi sıradan ağaçları ve orman oluşumunu teşvik etmemiştir.Veya en azından onların oluşumunu garanti etmemiştir.

Akdeniz’in iklimsel oluşumu orman , çok erkenden insanların saldırısına uğramış ve geniş ölçüde –çok geniş ölçüde – yok edilmiştir.

Yerine yenisi ya yetersiz veya hiç konulmamıştır.Bunun sonucu olarak ormanın yozlaşmış biçimi olan çalılıklar ve makilikler yer almıştır.Avrupa’nın kuzeyine nazaran Akdeniz çok erken etsiz bir ülke haline gelmiştir.

Bütün hesaplar yapıldıktan sonra odun bize tencerenin içindeki yemek kadar pahalıya mal olmaktadır

Akdeniz de gerçek , otlakların azlığıdır.

Bu durum yağmur tarafından yıkanan toprakların üretken unsurlarını kaybetmeleriyle – otlaklar aslında Akdeniz kuraklığının en iyi muhafızıdır – gübre kullanımının zorunlu olduğu kuzey ülkeleri gibi yerlerin zengin tarımları için gerekli olan büyükbaşların ,burada az sayıda olmalarına neden olmaktadır.Keçiler ve koyunlar, etlerinden çok yünleri için yetiştirildikleri için et iaşesinin açığını kapatmaya yetmemektedir.

Akdeniz hakkında dalga geçerek yazan bir coğrafyacı ‘’ yeteri kadar et yok, fakat çok fazla kemik var ‘’ diyordu. Kuzeyli insanlar için daha XVI yy. da bile Akdeniz hayvan varlığı açık verir olarak; sığırlar sıska ve koyunlar düşük ağırlıklı gözükmektedir.

Aynı şey atlar için de söylenebilir.Akdeniz’de çok güzel atlar vardır. Türk atları, Napoli’nin küçük atları, Anduluç’ya yük beygirleri, Kuzey Afrika’nın Berber atları. Bu atlar hızlı, canlı binek hayvanlarıdır. Ve gelecek yüzyılda kuzeyin büyük at, eşek ve katırları karşısında modası geçecektir. Yulaf , Akdeniz dünyasıyla yeni tanışmaktadır, arpayı insan hayvanlara vermekten çok kendileri yemektedir.

Her şeyi bununla açıklamayı arzu etmeksizin kaydedelim ki, eğer toprağı ancak çizen saban Akdeniz tarlalarında tutunabildiyse, bunun nedeni sadece ekili toprağın niteliği ve narinliği olmayıp, aynı zamanda sürüm hayvanları olan öküz ve katırların yeterli güce sahip olmamalarıdır da.

Gerçekte Akdeniz bu koşullar tarafından ağırlaşan temelli bir fakirlikle mücadele etmektedir.

Gerçek ve zahiri kolaylıklara rağmen hayat burada narindir .Herkes Akdeniz’in tatlılığına,

o kadar övülen güzelliğine kendini kaptırmaktadır.Güneşten, renklerden, ılık havadan,

kış güllerinden, turfanda meyvelerden herkes büyülenmektedir. (Tıpkı, Vicenze’deki halkın sokak yaşamı, geniş bir şekilde önleri açık dükkanlar karşısında şaşkına dönen ve parlak güney ışığından evine biraz götürmeyi düşleyen GOETHE gibi.)

Gerçekte Akdeniz insanı bütün çabasını sarf ederek gündelik ekmeğini zorlukla kazanmaktadır. Muazzam alanlar işlenmeden kalmakta ve çok az yarar sağlamaktadır. Besleyici toprak hemen her yerde iki yılda bir nadasa tabidir ve bu büyük verimlilikleri önleyen yöntemdir.

Bu fakirliğin aşikar işareti bulunmaktadır ; AZLA YETİNME.

Anadolu’da bulunan Flaman Busbec 1555’de şöyle yazıyor; ‘’ Öyle sanıyorum ki, gerçeği yaralamaksızın bir Flamanın bir günlük masrafını karşılamak için gerekenin, bir Türkü 12 gün yaşatmak için yeterli olduğunu ifade edebilirim. ... Türkler mutfağın ve ona bağlı olan her şeyin cahilidirler ; azla yetinme konusunda aşırıdırlar ve yemek seçme konusunda pek hassas değildirler; eğer tuz, ekmek ,sarımsak veya bir tane soğanları varsa ve biraz da ayranları bulunuyorsa başka bir şey istememektedirler, bunlarla bir türlü yapmaktadırlar ... Çoğu zaman iyice soğuk suyla sütü karıştırmakla yetinmektedirler, bununla iştahlarını bastırmakta ve büyük sıcakların onlarda meydana getirdiği harareti söndürmektedirler. ‘’

Bu azla yetinme; biraz pirinç, biraz güneşte kurutulmuş et ve közde kaba bir şekilde pişirilmiş ekmeğin yettiği, seferdeki Türk Askerlerinin en büyük güçlerinden biri olarak sıklıkla kaydedilmiştir.

Fakat acaba Rum, İtalyan, İspanyol köylüsü hatta kentlisi bu konuda Türklerden daha mı zordurlar? Théopline Gautier de daha bir yüzyıl önce, ağır kürekçilerin mesleğinden ötürü kaslanmış yakışıklı kayıkçıların, kayıkları üzerinde sadece çiğ hıyarla beslenerek,

günlerce yaşamalarına şaşırarak, bunların çok az olan gıdalarını kaydediyordu.(1853)

Akdeniz edebiyatında sofra zevkine ilişkin küçük bir yer acaba fark edilmiş midir ?

Yemek tasvirleri – tabi söz konusu hükümdarların sofrası değilse – asla bolluktan söz etmemektedir.

Bandello’nun öykülerinde iyi bir yemek ; biraz sebze, biraz Bologna sucuğu, işkembe ve bir kadeh şaraptır. Don Kişot ‘un yemek listelerini veya şu atasözünü hatırlatmak gerekir mi?

‘’ Eğer bir tarla kuşu Anduluçya’dan geçmek isterse, yanında yemini de getirmelidir ‘’

Bahçe, meyvelik veya deniz ürünleri ne kadar cezbeder olursa olsun, bugün bile iyi donatılmamış bir sofra ‘’ örneklerin çoğu itibarıyla yetersiz beslenme sınırında ‘’ bir gıda rejimi söz konusudur.

Bu azla yetinme bir erdem veya ‘’ zevk eksikliği ‘’ değildir, - Busbec gibi konuşursak- bir zorunluluktur.

Akdeniz toprağının halklarına dayattığı fakirlikten, buranın verimsiz kalkerli toprakları,

tuz felaketine maruz kalan geniş alanlar yumuşak toprakların nadirliği,

işlenebilir toprakların narinliği de sorunludurlar.

Yalnızca kötü tahta sabanın ancak tırmalayabildiği ince toprak tabakaları rüzgar ve afet sularının insafına kalmışlardır.

Bunlar ancak insan çabasıyla yerlerinde tutunabilmektedirler.Ve köylünün sürekli dikkat ve özenini boşa çıkartan uzun süren belalar döneminde yalnızca köylülük değil, besleyici toprağın kendi de yok olmaktadır.

Akdeniz’de eğer ekilerek korunmazsa ölmektedir. Çöl ekilebilir alanı pusuda gözlemekte ve eline geçirince de asla bırakmamaktadır. Toprağın köylü çabasıyla korunması veya yeniden inşa edilmesi bir mucizedir.

Orman, otlak ve özel olarak verimsiz olan alanlar dışında işlenen alan ;

1900’lerde İtalya’da toprakların %46’sını, İspanya’da %39.1’ini, Portekiz’de %34.1’ini ve Yunanistan’da sadece %18.6’sını meydana getirmektedir.

1936 ‘da Rodos’ta 144.000 hektardan 84.000’i işlenmemektedir. Denizin güney kıyılarında rakamlar daha da felakettir.

İşlenen topraklar acaba ne vermektedir?

İstisnai –sulama hariç – çok az bir şey; bundan da iklim sorumludur.

Akdeniz’de hasat hiçbir yerde olmadığı kadar dengesiz unsurların insafına kalmamıştır.

Eğer hasattan önce güney rüzgar eserse, buğday tam anlamıyla olgunlaşmadan ve olağan büyüklüğe erişmeden önce kurumaktadır.Veya olgunlaşmışsa taneleri dökülmektedir.

Eğer su baskınları kışın alçak toprakları istila ederse, tohumlar tehlikededir.

Eğer, ilkbaharda gökyüzü çok erken açılırsa olgunlaşması epeyi ilerlemiş olan üzüm bazen telafisi mümkün olmayan bir şekilde donmaktadır. Hasattan son ana kadar emin olmak, asla mümkün değildir.

Akdeniz tarlalarını tehdit eden bu felaketler listesine çekirge belasını da ekleyelim.

Bir hasadın, onu pusuda bekleyen bütün tehlikelerden birbiri ardına kurtulması nadir olaydır.Verimler düşüktür ve buğday ekim alanlarının sınırlı yüzeyleri de hesaba katılınca,

Akdeniz daima açlık sınırındadır.

Birkaç kere ısı sıçramasının olması, yağmur yağmaması, insanların hayatlarının tehlikeye girmesi için yeterlidir. Ekmek fiyatları yağmura göre artmakta veya düşmektedir.

Bu durumda her şey -hatta - siyaset bile değişmektedir.

Bu kıtlık durumunda hem köylü eşkiyalığı ile deniz korsanlığı, şiddetlerini iki katına çıkartacaklardır.(1558)

Bütün bunlar XVI. Yüzyılda Akdeniz’deki gıda durumu hakkında açıklayıcıdırlar.

Sadece basit bir ‘’ ekonomik ‘’ sorun değil , aynı zamanda ‘’ hayati ‘’ bir sorun.

Bunun anlamı ; açlığın, insanları sokakta öldüren - hakiki - bir gerçek olmasıdır.

Venedikli NAVAGERO 1521’de ‘’ Anduluçya’da öylesine bir açlık oldu ki,sayılamayacak kadar hayvan öldü ve ülke çöl olarak kaldı.Çok sayıda insan öldü. Öylesine kuraklık oldu ki, buğdaylar yok oldular ve tarlalarda ot bile bulunmaz oldu. Bu yıl Anduluçya’nın cins atlarının büyük bir kısmı yok oldular ve bugüne kadar (1525) yerlerine yenileri konulamadı.’’ diye anlatmaktadır.

Bu uç bir örnektir.

Fakat yılların dizisi içinde, her hükümetin buğday avına çıkması ve insanların açlıktan ölmelerini önlemek için – her zaman başarılı olmasa da – kamusal dağıtımlar örgütlediği kaydedilmektedir.

Yüzyılın ikinci yarısında ( 1586 - 1591) ağır bunalım bütün Akdeniz’i etkilemiştir.

Bu bunalım Akdeniz’i kuzey teknelerine açmıştır. Normal yıllar içinde bile hayat asla kolay, asla bolluk içinde değildir. XVI yy. sonunda Guzman’ın anlatısı içindeki şu cümleyi tartınız ; ‘’ Kuraklık sonucu yıl kısırdı. Refah yıllarında bile çok çalışmak zorunda kalan Sevilla bundan çok ızdırap çekti.’’

Akdeniz tarihinin kalbinde şu zorlamalar rol oynamaktadırlar; fakirlik, yarının belirsizliği.

Belki de bilgeliğin ,azla yetinmenin , insanların çalışkanlıklarının nedenleri bunlardır.

Ve belki de , bazen gündelik ekmek ihtiyacından başka bir şey olmayan, içgüdüsele benzeyen bazı emperyalizmlerin de nedenleri bunlardır.

Akdeniz zayıflıklarını yenebilmek için ; davranmak, kendi evinin dışına çıkmak,

uzak ülkelerin katkıda bulunmalarını sağlamak, onların ekonomilerine ortak olmak zorunda kalmıştır. Ve bunu da yaparken tarihini önemli ölçüde büyütmüştür.

KAYNAK : Fernand BRAUDEL Akdeniz ve Akdeniz Dünyası

İmge Yayınevi Ağustos 1993 cilt 1 sayfa 287

DERLEYEN : Engin Özdemir Aralık 2003 , Alanya

Fernand BRAUDEL (1902-1985 ): ‘’ Akdeniz’i ihtirasla sevdim ‘’ diye sözlerine başlayan F. Braudel ilk kez 1946 da bir doktora tezi olarak sunduğu ve 1949 da yayınladığı ‘’ Akdeniz ‘’ daha sonraları yazar tarafından defalarca gözden geçirilmiş, değiştirilmiş ve genişletilerek zenginleştirilmiştir. Braudel’in bu eserinde yaptığı ‘’ bir başka tarihtir’. Çünkü tarihsel bir nesne olarak ele aldığı bir ‘’ Deniz’dir’’. Yirmi yıllık bir çalışmanın ürünü olan Akdeniz’i hazırlama aşamasında , Venedik, Parma, Modena, Florensa, Cenova, Napoli, Paris, Viyana, Simascas, Londra, Krakov,Varşova arşiv ve kütüphanelerinden yararlanılmış, Türk arşivlerinden , ‘’ zengin, muhteşem olarak bahsetmekle, buralara girişin zorluğundan dolayı Batılı kaynaklara baş vurularak Türk ülkelerinin ve Türk etkisi altındaki ülkelerin tarihi dışarıdan görülmüştür’’ denmektedir. 1550 – 1600 yılları arasındaki Akdeniz’i anlatan bu kalın, 3 ciltlik kitaplar dizisi Mehmet Ali KILIÇBAY tarafından çevrilmiştir.

BU DERLEME, Günümüz için ‘’ Ders olur, ibret alınır ‘’ düşüncesi ile, Akdeniz coğrafyasının ve ikliminin yansıttıklarından - sadece – ilgi alanımıza giren kuraklık - çok kısa- olarak özetlenmiştir. Engin ÖZDEMİR , Mevsimsiz



Devamı İçin Tıklayınız...>>

YAVRU KUŞLAR UÇAMADILAR





Yavru kuşlar uçamadılar...Anne kuşlar, son birikinti suyu da kuruyan gölü terk etmek üzere havalandılar.
Yavrularının da kanatlanıp peşlerinden gelmesi için gölün üzerinde daireler çizmeye başladılar.
Ama küçük kuşların uçma zamanı gelmemişti.Yuvalarının otları arasından başlarını yana yatırıp, gözlerini kırpıştırarak gökyüzündeki annelerine baktılar.

Anneler orada kalsalar, susuzluktan öleceklerdi. Gitseler; yavruları orada kalacaktı.

Annelik içgüdüsü ile ölümden kaçma içgüdüleri çatıştı.

Gökyüzünde dönüp durdular.Allı turna sürüsü bir indi kuru göle, bir çıktı gökyüzüne.Çığlıklar ata ata yavrularını bu erken ve zorunlu göçe çağırdılar, küçük kuşlar ancak bir-iki adım atabildiler, henüz gelişmemiş kanatlarını çırptılar, cılız seslerle yanıt vermeye kalktılar, gökyüzüne doğru ağızlarını açıp kapattılar.Ama asla uçamadılar.*



Tuz Gölü’dür burası.Konya ile on dört il ve ilçenin kanalizasyonunu bu muhteşem göle akıtmak için devletin trilyonlar harcayıp 125 kilometre beton kanal yaptırdığı eşsiz göl...

İnsanoğlunun doğaya karşı ahlaksızlığının ve saygısızlığının en çarpıcı kanıtı olan ve bunu yok olarak ödeyen bir yeryüzü harikası...

Gelişigüzel sulama kanalları ile suyunu bir yandan çekip, öte yandan on dört yerleşimin sanayi atıklarını, fosseptiğini, kirini, pasını bağladıkları Tuz Gölü.*

Sonra ne oldu bilmiyoruz.Ortalık karardı, birkaç gün sonra gölün kurumuş kıyılarında çok sayıda yavru kuş buldular Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nin araştırmacıları.Anneler gitmiş, yavrular ölmüştü.

Bir köylü, muhabire "Yaşayan bir yavru bizim gölgemizi görünce annesi sandı ki, yiyecek geldi diye birkaç kez ağzını açtı, ama öldü" dedi.

Belki son yavru kuştu...


Ve siz hálá dünyayı kimin ısıttığını, kimin iklimleri bozduğunu, suların neden kesildiğini, bahçelerimizi ve bizi kimin susuz bıraktığını merak ediyorsunuz.
Öyle mi?..




Bekir COŞKUN ,Hürriyet..7 Ekim 2007


Devamı İçin Tıklayınız...>>

ORMAN VE YÖRÜKLER


  • GEÇİM ŞARTLARI ZORDUR , YÖRÜKLERİN..
    DEVLETE DUACIDIRLAR , KARA YOKSULLUĞUN İÇİNDE ..
    ATADAN DEDEDEN HAYVANCILIK SÜREGELMEKTEDİR..BAŞKA BİR GEÇİM YOLU BİLMEZLER...
    TEVEKKELDİRLER...KANAATKARDIRLAR...
    AZ BİR NİMET İÇİN TANRIYA BİNLERCE ŞÜKREDERLER...
    MİSAFİRPERVERDİRLER...BİR KAŞIK AŞINI SİZE SUNMAK ONLARI MUTLU EDER...
    TOPRAKTA BÜYÜYEN BEBELER YİNE TOPRAKTAN YAŞAR , AĞAÇ KESER,KEÇİ OTLATIR..
    AZICIK TA OLSA İSTİKBALİNİ BAŞKA BİR YÖNDE GÖRMEYİ BİLE HAYAL EDEMEZ...
    BU İNSANLAR ÇOK İYİLERİNE LAYIKTIR...
    DOĞAYI ,ORMANI ,ÇEVREYİ KORUMA VE KURTARMANIN YOLU BURADAN GEÇER..
    BU İNSANLAR , YOKSULLUKTAN , KİMSESİZLİKTEN , GARİPLİKTEN KURTARILMALIDIR...
    ONLAR , BİZİM TERKETTİĞİMİZ KİMLİĞİMİZ, KÜLTÜRÜMÜZ,TÖREMİZDİR..
    ONLAR ,ASIL BİZ'DİR....
    ONLARI İYİ TANIYALIM...

Remzi BİRCAN


Devamı İçin Tıklayınız...>>

KEŞKE DİYORDU.......KEŞKE YAKMASAYDIM...........
















İnsanlarımız sanki ceplerinde ateşlerle geziyor...Geçtikleri yerlere ateş mi dökülüyor ne..İnsan geçen hemen her yerde yangın..
Vatandaşımız gidiyor...Ormanda ya da yol kenarında , ot, kuru dal ve artıkların olduğu en tehlikeli yerde güzelce ateşini yakıyor...Uyardığınız zaman cevap hazır...başında biz varız... su da var diyorlar...
Halbuki bilmiyorlar ki ormanların yanmasına onlar gibi nasıl olsa bir şey olmaz diyen vatandaşlar sebep olmaktadır..

Bir seferinde yine bir yangın ihbarı gelmişti. Orman işletme şefi ,orman muhafaza memurları , yangın ekipleri ihbar yerine hareket etti...

İzmir Özdere civarında yangın olan yere ulaştı ...Genç bir kadın , kucağındaki bebesine sarılmış ağlıyordu..
Seferihisar -Kuşadası asfaltının deniz tarafındaki kısmında bir grup çam ağacı ,çalı ve otlar yanıyordu... Asfaltın diğer tarafı sarp ve taşlık kayalık yapıda ormandı... Yangın henüz o tarafa sıçramamıştı... Ve ağlayan genç kadının hemen yanında bir otomobil yanıyordu..

Otomobilin yanıbaşında piknik ateşi yakılmış, çay demlenmişti. Ama kötü şans, ateşin bir kıvılcımı, hani o , ne olacak canım ben başındayım , ayağımla bile söndürürüm dedikleri o ateşi genç kadın ve kocası söndürememişti. Bebelerini ateşten zor kurtarmışlardı.. Ama otomobilleri yanmıştı... Yanan çam ağaçlarıyla birlikte....
Keşke diyordu kocası... keşke şu ateşi yakmasaydım... Evet, ah , keşke yakmasaydı... O bir kıvılcımdan çıkan ateş, sadece ağaçları değil, o ortamda yaşayan canlıları da yoketmekteydi...Karıncalar,tosbağalar, böcekler...Bunların yanarken yaşadığı acıyı hissetmeniz mümkün mü ?Evet demeyin, hissedemezsiniz...

Şunu hiç düşündünüz mü ?Azalan her yeşil bitki, doğanın ve dünyamızın biyolojik ölümüne bizi bir adım daha yaklaştırıyor..Fotosentez ,CO2 alımı ve O2 salımı, bu esnada üretilen vejetatif besin maddeleri , yaşam ve besin zincirinin ilk halkası..Koptu mu yaşam biter..
Yaşamın temeli yeşil ,yani fotosentez yapan bitkiler..... Bunu düşünmek , doğamıza karşı fazlası ile duyarlı olmayı sağlar aslında..Orman yangınlarının %99 u insan eliyle çıkan yangınlardır...Bir sigara, bir piknik ateşi, anız artıklarının yakıldığı bir tarla..Üşüyen bir çoban...Bu biraz da toplumsal bilinç ve sorumluluk yokluğunu gösteren bir durumdur...
Son zamanlarda duyarlılığın arttığını gösteren en önemli göstergelerden birisi de ALO 177 (ÜCRETSİZ ORMAN YANGINI İHBAR HATTI ) na gelen ihbar telefonlarının sayısındaki artmadır...Bu sayede büyük orman kayıplarına yol açabilecek bir çok yangın küçük bir ateş halindeyken bastırılabilmektedir.
Evet,herşeye rağmen doğa'nın yokedilişini gören gözler de var... Özellikle gençler , yarın bu dünyanın sahibi olacak olan gençler, ekolojik felaketin kurbanı olmamak için artık daha duyarlı olmaları gerektiğinin farkında..
Bu da bir umuttur..

Yeter ki ,iş işten geçmeden...



Remzi BİRCAN



Devamı İçin Tıklayınız...>>
 
Clicky Web Analytics