KÜRESEL ÇEVRE FELAKETİNDE DURUM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÜRESEL ÇEVRE FELAKETİNDE DURUM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HES ' ler Doğayı Katlediyor ! Karadeniz insanının yüreği acıyor ......







Kurul adına açıklama yapan İnşaat Mühendisleri Odası Trabzon Şubesi Başkanı Mustafa Yaylalı, "Giderek kuruyan dere yatakları nedeniyle bölge insanının yüreği acımaktadır. Bu bölgede enerji üretilmesi ne kadar önemliyse, üretimi yaparken doğanın bozulmaması ve yatağından akan suyun bulunduğu vadiye verdiği hayatın yok edilmemesi de o kadar önemlidir" dedi.
Yaylalı, bölgedeki HES projelerinin denetlenmesi işinin tek bir otoriteye verilmesini ve doğaya zararlı projelerin itiraz yolu kapalı olacak şekilde acilen iptal edilmesi gerektiğinin de altını çizdi.

TMMOB Trabzon İl Koordinasyon Kurulu tarafından hazırlanan "HES ve Doğa. Hangisinden vazgeçebiliriz?" başlıklı rapor, 15 meslek odası başkanının katılımıyla açıklandı. Raporu okuyan İnşaat Mühendisleri Odası Trabzon Şubesi Başkanı Mustafa Yaylalı, Türkiye'nin toplam enerji üretiminin yüzde 82'sinin termik, yüzde 16'sının da hidroelektrik santrallerde yapıldığını kaydetti, enerji üretiminde ülke olarak yüzde 73 oranında dışa bağımlı olduğumuzu söyledi.
Karadeniz insanının yüreği acıyor

Yaylalı, HES'ler nedeniyle akarsuların yatağının kilometrelerce değiştiğini ifade ederek, "Bu durum ekosistemi olumsuz etkilemektedir. Kuruyan derelerin çevresinde yaşayan insanların uyum problemleri yaşayabileceği söylenmektedir. HES çevresindeki yolların yapımı sırasında doğaya ciddi zararlar verilmektedir. Bazı bitki ve hayvan türleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dere yatağına verilen su oranının az olması çevre dengesini bozarken, tünel inşaatlarının atık malzemelerinin depolama sahası yerine doğaya bırakılması da çevre tahribatı yaratmaktadır.




Giderek kuruyan dere yatakları nedeniyle Karadeniz insanının yüreği acımaktadır. Dolayısıyla her havzanın ayrı ayrı planlanması ve bunun tek bir kamu otoritesi şeklinde yapılması suretiyle şu ana kadar verilen tüm lisansların gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bu bölgede enerji üretilmesi ne kadar önemliyse, üretimi yaparken doğanın bozulmaması ve yatağından akan suyun bulunduğu vadiye verdiği hayatın yok edilmemesi de o kadar önemlidir" dedi.


"Dünyada kötü kabul edilen oran uygulanıyor"
Doğal hayatın zarar görmemesi için dere yatağına bırakılması gereken suyu belirlemek için dünyada Tennant Yöntemi ismi verilen bir yöntemin uygulandığını da belirten Yaylalı, "Bu yöntemde dere yatağına bırakılan su miktarına göre koruma dereceleri belirlenmiştir. Yüzde 60 ve üstü mükemmel yüzde 10 kötü olarak derecelendirilmiştir. Türkiye'de bir çok HES'te ise yüzde 10 'yeterli oran' olarak kabul edilmektedir. Yani Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki vadilerin koruma derecesi 'kötü' sınıfında yer almaktadır. ÇED raporları hazırlanırken bütüncül bir havza planlaması yapılmamaktadır" diye konuştu.

"Otorite boşluğu var"

Mustafa Yaylalı, doğal dengeyi bozmadan yapılacak her türlü HES'in ülkenin menfaatine olduğunu ve karşı çıkılmaması gerektiğini de ifade ederek şunları söyledi: "Ancak HES'lerin yapım aşamasındaki denetleyici kurumun hala net bir şekilde belli olmaması, yatırımcıların yasal boşluklardan yararlanıp doğayı katletmesine zemin hazırlamaktadır. Bir an önce HES yapımı ile ilgili tek yetkili denetleyici kurum belirlenmeli, bu kurumun belirlemiş olduğu yapım kriterlerine uymayan firmaların lisansları itiraz yolu kapalı olacak şekilde iptal edilmelidir. Yapım aşamasında depo sahaları dışına hafriyat dökümü caydırıcı cezai yaptırımlarla engellenmeli, 'cezayı öderim, doğayı kirletirim' mantığıyla hareket edilmesinin önüne geçilmelidir. HES'lerle ilgili her havza ayrı ayrı planlanmalı ve verilen lisanslar gözden geçirilmelidir. Cansuyu miktarı bilimsel verilere göre hesaplanmalıdır. Şu anda çevreyi kirleten firmaların şikayet edileceği merciin neresi olduğu bilinmemektedir. HES projeleri kapsamında yapılacak tüm yapıları İl Özel İdareleri ruhsatlandırmalıdır. Koruma kapsamındaki alanlarda HES'lere izin verilmemelidir. Rüzgar, güneş ve jeotermal gibi temiz enerji teknolojileri de gündeme alınmalıdır. Enerjide dışa bağımlılığımızı gerekçe göstererek doğal güzelliklerimizi ve gelecek nesillere miras olan kültürel varlıklarımızı yok eden projelere onay vermemeliyiz."



HES rekoru Trabzon'da

TMMOB verilerine göre Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki HES projesi sayısı 350. Bu projelerin 7'si işletmede, 25'i inşaat halinde, 119'u su kullanım hakkı, 199'u da fizibilite çalışması aşamasında. En fazla HES projesi olan il 125 projeyle Trabzon. Trabzon'u 75 projeyle Giresun, 66 projeyle Rize, 42 projeyle Ordu, 26 projeyle Gümüşhane ve 16 projeyle Artvin izliyor. 350 proje tamamlandığında kurulu güç toplam 4 bin 704 megavata ulaşacak ve yılda 16.65 milyar kilovatsaat enerji üretilecek. Bu enerji üretimi 3 Keban Hidroelektrik Santrali'nin üretimine eşdeğer olacak. Bu miktarda bir üretim aynı zamanda Türkiye'deki toplam hidroelektrik üretiminin yüzde 46'sına, toplam enerji üretiminin ise yüzde 7'sine denk gelecek.

KARADENİZ GÜNDEM


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Geleceğimiz erimesin


Bütün dünya giderek kötüleşen çevre koşullarını frenlemeye, dizginlemeye, düzeltmeye çalışıyor. Lider ülkeler, bilim dünyası, sivil toplum kuruluşları buna kafa yoruyor. Ne yapmalı, ne etmeli ki bu tehlikeli gidişin önü kesilsin.

Türkiye de, bu ortak çabalara paralel çalışmalar yapıyor. Bir yandan devlet, diğer taraftan sivil toplum örgütleri hem milleti uyandırmak ve hem de olumsuz gelişmeleri azaltmak için projeler üretiyor, çareler geliştiriyorlar. Böylelikle ülkenin dikkatini çevre felaketlerine, doğal afetlere ve yakın geleceğin geliyorum diyen büyük tehlikesine çekiyorlar.

Bu hafta, iki lider ve önemli kuruluşumuzun yaptığı ortak bir kampanyadan söz etmek istiyorum. Karadaki en büyük ve etkili sivil toplum örgütümüz TEMA ile denizdeki en büyük ve etkili örgütümüz TURMEPA elele vererek, Türkiye’yi uyandırmak konusunda çok önemli ve yararlı bir çalışma yaptılar. Aylarca süren ve “Geleceğimiz erimesin” adı verilen bu kampanyayla TEMA ve TURMEPA, yurt genelinde yüzbinlerce insanımızı ve çocuğumuzu eğittiler. TEMA karadan tırla, TURMEPA ise denizden kendi gemileriyle Türkiye’yi dolaşarak inanılmaz bir eğitim seferberliği başlattılar. Tehlikeyi bir yandan halka, diğer yandan okullarda verdikleri konferanslar ve dağıttıkları eğitici broşürlerle öğrencilere anlattılar. Çok başarılı sonuçlar aldıklarını söylemeliyim.

Sizlere bu kampanyadaki en çarpıcı önlem ve geleceğimizin erimemesi için önerilen tavsiyeleri nakletmek istiyorum. Böylece çorbada bizim de bir tutam tuzumuz olur.

TURMEPA ve TEMA konuyu şöyle özetliyor ve dünyamızı kurtarmaya yardımcı olacak tavsiyeleri şu şekilde sıralıyorlar...

“Gezegenimiz kriz içinde. Dünyanın nüfusu hızla artıyor. Dolayısıyla kirlilik de inanılmaz boyutlara tırmanıyor. İçme suları azalıyor, denizler ve okyanuslar tehdit altında, ormanlar tahrip ediliyor. Doğal ortamı yok olan canlı türleri de yok olmaya başlıyor. Üstelik bir daha dönmemek üzere..

İnsanoğlunun doğal kaynakları yok etmesi yüzünden iklimler, hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde ısınıyor. Bütün bu çevresel sorunlar, bugünün çocuklarına yani yarının dünya vatandaşlarına miras kalacak. Günlük hayatta uygulayabileceğimiz birkaç basit tavsiyeyle tek evimiz dünyamızı kurtarabiliriz.

Dünya çapında ısı giderek artıyor. Bunun başlıca nedeni, atmosferdeki sera gazı seviyesinin çok olması. Bu gazlar insanlar tarafından üretiliyor ve güneşten gelen ısıyı çekiyor. Kutuplardaki buzullar hali hazırda hiç olmadığı kadar hızla eriyor. İklim değişikliğinin etkileri hepimizi etkileyecek.

Buna karşı hızlı ve kararlı bir şekilde harekete geçmeliyiz.

Bunun için ne yapabiliriz?

Odadan çıkarken ışıkları kapayın. Klasik ampulleri enerji tasarruflu ampullerle değiştirin. Daha az araba kullanıp, toplu taşıma araçlarını tercih edin. Kağıt, plastik, cam gibi kullandığımız herşeyi geri dönüştürmeye çalışın. İnsanları da bu konuda uyarın. Oynamadığınız eski oyuncaklarınızı başkalarına verin.

İnsanların ürettiği çöpler en sonunda denizlere gidiyor. Rüzgar, dalgalar ve denizde meydana gelen doğal olaylarla birlikte bu çöpler, dünyanın ücra köşelerine bile taşınabilir. Deniz kirliliği doğaya hasar verirken, insan sağlığını ve bir o kadar da denizde yaşayan canlı türlerini ciddi bir şekilde tehdit ediyor. Ne yapabiliriz?

Çöplerinizi sokağa atmayın. Çünkü en ufak bir yağmur bile onları denize götürmeye neden olabilir. Tekneyle yolculuk yaparken çöpünüzü güvertede bırakmayın. Rüzgar onu denize atabilir. Plajlarda çöpünüzü ortada bırakmayın, çöp kutularına atın. Plastik torba kullanmayın. Plastik torbalar deniz canlılarının ölümüne de neden oluyor. Yasadışı balıkçılık yapanlardan deniz mahsulu almayın. Gönüllü olarak kıyı temizliği aktivitelerine katılın ve çevrenizdekileri yönlendirin.

Günümüzde gezegenimizdeki 2,5 milyardan fazla insan, içme suyuna ve temel sağlık koşullarına erişemiyor. Gelişmiş ülkelerde bir insan, günde 120 litreden fazla su kullanabilir. Fakat bazı Afrika ve Asya ülkelerinde 8 kişilik bir aile, günde 20 litreden az bir suyla yaşamaktadır. Muslukları kapatalım ve kabul edelim ki, dünyanın değişik yerlerinde her gün 4 milyon çocuk hayatta kalma savaşı veriyor. Ne yapabiliriz?

Dişlerinizi fırçalarken musluğu açık bırakmayın. Küveti suyla doldurmak yerine, banyonuzu hızlı bir şekilde duşta yapın. Tuvaletten ve musluktan akan su miktarını azaltmanın yollarını arayın. Çamaşır ve bulaşık makinalarını tam dolu iken çalıştırın. Arabanızı hortumla yıkamak yerine, kova kullanarak yıkayın. Kendi evinizdeki veya çevrenizdeki herhangi bir su sızıntısını hemen bildirin ve derhal onarılmasını isteyin. Çiçeklerin havanın çok sıcak olmadığı saatlerde sulandığından emin olun.

İnsanın tahtaya ve tarımsal alana ihtiyacından dolayı, her geçen gün daha çok orman tahrip ediliyor. Geride çöl kalıyor ve birçok canlı türünün nesli tükeniyor. Bugün her 4 memeliden 1’i, her 8 kuş türünden 1’i ve her 3 sürüngenden 1’i neslinin tükenmesi tehdidiyle karşı karşıya. Ne yapabiliriz?

Ormanlara ve onların biyolojik çeşitliliğine saygı duyalım, etrafımızdakileri de uyaralım. Daha az ağaç harcamak için, kağıtların her iki yüzünü de kullanalım. Kağıtları geri dönüşüme aktaralım. Çünkü bir ton geri döndürülmüş kağıt, 17 tane büyük ağaç demektir. Okulla veya ailenizle ağaç dikim aktivitelerine katılın. Her ne kadar apartmanlarda yaşıyorsanız da, evinizde yeşil köşe oluşturun. Gübre yapın, örneğin yemek artıklarını değerlendirin. Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan hayvanların ürünlerini almayın.’’

TEMA ve TURMEPA daha iyi bir dünya için çalışıyor.(...) Gelin siz de destek olun.

Geleceğimiz erimesin.
can pulak


GÖZLEMGAZETESİNDEN ALINTI


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Duyun Beni

Melike Demirağ :



Melike DEMİRAĞ:

"Duyun Beni" dünya için yazılmış bir şarkı. Dünya bizim anladığımız kelimelerle değil ama kendi diliyle zaten uzun zamandır bizimle konuşuyor ve bize bindiğimiz dalı nasıl da kestiğimizi söylüyor. Tüm bu kasırgalar, seller, değişen mevsimler, kuruyan dereler, kuraklık... Tüm bu felaketlerin söylediği şey aynı: Duyun Beni!

Bu şarkı ve çektiğimiz video klip Greenpeace'in görüntüleriyle tamamlandı ve daha da anlam kazandı. Biz karşılarına dikilmezsek, ne yazık ki, gözünü para hırsı bürümüş, güç savaşıyla gözleri kör olmuş devletler tıpkı şu ana kadar yaptıkları gibi dünyanın bize anlatmaya çalıştıklarını duyamayacaklar.

GREENPEACE


Devamı İçin Tıklayınız...>>

BİR ÇAM KESE BÖCEĞİ HİKAYESİ -- Eğer bu ağaçlar iki ay içinde yeşermezse.......



Sık ya da seyrek te olsa , mutlaka şehir dışına yolculuk yapıyorsunuzdur.

İzlediğiniz yol ormanlık alanlardan geçiyorsa , geçtiğimiz Şubat ve Mart aylarında , kızılçam ağaçlarının özellikle uç dallarında ve sürgünlerinde oluşmuş beyaz pamuksu tırtıl keselerinden çıkmış tırtılları görmüşsünüzdür.

Latince adı Thaumetopoea pityocampa olan Çamkese böceği denilen bu tırtılllar , kızılçamın ibre yapraklarını yiyerek beslenirler. Toprağa indiklerinde upuzun bir tren katarı gibi onlarcası uç uca dizilerek birlikte hareket ederler. Çam kese tırtılının larvalarının üzerlerinde çok allerjik olan birkaç kimyasalı içeren tüysü kılları vardır , dokunduğunuz takdirde şiddetli allerjik etki yapar ve daha fazla temas halinde hastanelik edecek derecede toksiktir.



İşte bu tırtıllar , Kızılçam ağaçlarının yapraklarını yiyerek , ağacın bir anda yanarak kavrulmuş gibi çırılçıplak kupkuru bir görüntüye bürünmesine yol açar.

Son yıllarda ekolojik dengenin gittikçe artan şekilde bozulması ile birlikte , ağaçlara zararı olan bu tür canlıların doğada mevcut olan düşmanları da yok oldu ya da iyice azaldı.


Hal böyle olunca , aşırı ve kitlesel üreme yapan Çam Kese Böceği , geniş sahalardaki ormanlık alanlarda , insanları dehşete düşüren görüntüler meydana getirmeye başladı.
Çok geniş alanlarda , adeta yangın geçirip yapraksız kalmış ve kurumuş gibi görünen ormanlar , bu manzarayı gören insanlarda büyük bir üzüntüye de sebep olduğundan , Orman İşletmelerini arayarak , gördükleri kurumuş ormanların durumunu anlatmakta , ormanların göz göre göre bir böcek yüzünden kuruyup gittiğini , ilgililerin bu konuda ne yaptıklarını sormaktadır.


Gaziemir 'de görevli olduğum geçtiğimiz yıllardan biriydi..
Bir kaç yıl önce , Konak ilçesine bağlı Cennetçeşme civarında 20 yaşlarındaki ağaçlandırma alanında , çok geniş şekilde çam kese böceği zararı meydana gelmişti.

Gerçekten görüntü tüyler ürpertici idi.
Oldukça geniş bir orman parçası , bütün yeşilliğini yitirmiş , kapkara , kuru gövde ve kuru dallardan oluşmuş bir hale dönüşmüştü.
177 Orman İhbar Hattı 'nı sürekli arıyordu insanlar , büyük bir üzüntü ve öfke ile , bu duruma karşı ne yapıldığını soruyorlardı.

Limontepe semtinde oturan emekli bir öğretmendi , doğrudan telefonuma ulaşarak , beni arayanlardan biri.
Gördüğü manzarayı anlatmaya başladı . Orman göz göre göre mahvolmuştu .
Daha önceki yıllarda hiç olmazsa kışın bir araçla gelip ilaçlama yapılıyordu. Bu yıl , o da yapılmamış ve orman elden gitmişti.

Sessizce , anlattıklarının bitmesini bekledim. Sözlerini bitirince , sahip olduğu duyarlılık ve doğa sevgisinden dolayı kendisini kutladım. Yurttaşlık bilinci , sorgulamayı ve ve bir sorumsuzluk varsa , hesap sormayı gerektirirdi. Gördüklerini ve nedenlerini sorgulayan insanların daha da çoğalması gerektiğini belirttim .

Daha önceki zamanlarda bu zararlıya karşı yapılan ilaçlı mücadelenin , doğaya yararlı olmak bir yana , doğaya zararlı etkileri olması nedeniyle terkedilmiş olduğunu ve başka mücadele yöntemleri kullanılmaya başlandığını anlattım.

Çam Kese Böceğinin , çam ağaçlarının ibrelerini yiyerek ağacın gelişimini durdurduğunu , aşırı kuraklık gibi ekstrem hava hallerinde bunun ağaçları nadiren de olsa kurutma ihtimali olmakla birlikte , Çam Kese Böceği zararı görülen ağaçların kurumadığını , bir ay kadar süren bir duraklamanın ardından yeniden yaprak ve sürgün oluşturarak , kendisini toparladığını , bu sahada da böyle olacağını , bir ay kadar sonra , bu sahayı yeniden yeşillenmiş olarak göreceğini söyledim.
Tatmin olmamıştı . Sözlerime müdahele ederek , eğer dediğim gibi bir ya da iki ay içinde bu orman yeşillenmezse , hakkımda savcılığa dilekçe vereceğini söyledi. Son derece üzgün ve sinirli idi.
Kendisine , bir ay kadar sonra bu ormanı yemyeşil göreceğini temin ettim ve bu zararlıya karşı Orman İdaresince yürütülmekte olan mücadele yöntemlerini anlattım.
Bu zararlı ile eskiden beri yapılagelen en bilinen mücadele , Çam Kese Böcekleri dışarıya çıkmadan keseleri toplayarak yakarak yok etmekti.

Ancak , doğal dengenin kaybolması nedeniyle zararlının ormanlardaki doğal düşmanları kalmadığından , zararlının popülasyonunda artma o kadar hızlı idi ki , böcek kesede iken bütün ormanlık alanlarda kış aylarında işçiler tarafından toplanması pratik olarak mümkün olmayan bir yöntemdi.
İlaçlı mücadele terkedildikten sonra , Çam Kese Böceğinin doğal düşmanlarının ormanda ya da laboratuvar şartlarında üretilip zararın görüldüğü alanlara bırakılarak buralarda çoğalmasının amaçlandığı biyolojik mücadele yöntemleri üzerinde çalışılmaya başlandı.

Tırtılları öldüren yararlı böceklerden birisi , Phyrx caudata isimli bir parazit sinektir. Bu parazitin üretilmesinde yine Türk ormancılarının geliştirdiği “Adacıklar Yöntemi” kullanılmaktadır.
Adacık yöntemi ile keselerin içinde bulunan parazit sineklerinin uçarak çam kese tırtıllarının üzerine yumurta bırakması sağlanır.Böylece tırtıllar parazitlenir
Bu yöntemde yeteri kadar toplanan çam kese tırtıl kozaları , tırtılların dışarıya ulaşamayacağı şekilde çevresinde su kanalları oluşturulan yapay adacıklara bırakılarak , buralarda bu sineğin beslenerek çoğalması sağlanmaktadır.

Orman Karıncası kolonilerinin zarar görülen yerlerde çoğaltılması çalışmaları da diğer bir yöntemdir.
Son zamanlarda önem kazanan en popüler biyolojik savaş yöntemi ise , , Çam Kese Böceğinin tırtılını yiyen ve ormancıların TERMİNATÖR adını taktıkları Calosoma Sycophanta adlı predatör yırtıcı ve parçalayıcı böceğin üretilmesidir.
(Çam keseböceği kozasında avını arayan bir Calosoma yırtıcı böceği )

Bu böceğin en temel gıdası Çam Kese böceği tırtıllarıdır.
Üremesi için tırtıllarla beslenmesi gerekmektedir.
İşte İzmir Orman Bölge Müdürlüğünce üretilen Calosoma Sycophanta bireyleri iki yıldır , az önce şiddetli zarar gördüğünü anlattığım Çennetçeşme civarındaki ormanlık alanlara bırakılarak, Çam Kese Böceği popülasyonunun doğada olması gereken denge düzeyine indirilmesi amaçlanmaktaydı.
İnsan , zekası ile , doğadaki düşmanlarının neredeyse tümünü altederek ortalama yaşam süresini uzatmış ve erken ölüm oranını en aza düşürerek dünya üzerindeki insan nüfusunun orantısız şekilde çoğalmasına yola açmıştı.
Son derece hızlı şekilde artan nüfusunun gereksinmelerini karşılayabilmek için , doğayı onarılmaz noktaya gelecek ölçüde tahrip etmiş , ve yol açtığı çevresel kirletici etkenler ile ekolojik dengeyi tamamen bozmuş , doğadaki düzeni de altüst etmişti.
Doğadaki bu inanılmaz tahribat , biyolojik dengede de olumsuz zararlar ile kendini belli etmeye başlamıştı.
Son yıllarda Ormanlarda kitlesel olarak görülen zararlı böcek üremesinin önüne geçmek için yapılan biyolojik çalışmaları anlatmamı ilgiyle dinlemekte olan emekli öğretmen , Ormancıların orman zararlılarına karşı yürüttüğü biyolojik mücadele yöntemlerini ilk defa duyduğunu söyledi.

Doğrusu , ormandaki kurumaları görünce bir vatandaş olarak büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ancak yapılmakta olan bütün bu çalışmaları duymaktan mutlu olduğunu ve olumlu sonuçlar alınmasını dilediğini belirtip teşekkür ederek telefonu kapattı.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

İnsanoğlu bu tüketim hızıyla 2030 yılında ihtiyaçlarını karşılaması için iki gezegene daha ihtiyaç duyacak.


Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF), Yaşayan Gezegen 2008 adlı raporunda, insanlığın doğal kaynaklara yönelik taleplerini belirten ekolojik ayak izlerinin Dünya’nın kendini yenileme kapasitesini yüzde 30 oranında aştığı belirtilerek, kişisel tüketim ve nüfus artışı yüzünden son 45 yılda insanın gezegen üzerindeki baskısının iki katına çıktığı kaydedildi.

Bu aşırı kullanımın, ekosistemi tüketmekte olduğu ve çöplerin havada, toprakta ve suda birikmesine yol açtığına değinilen raporda, sera etkisi yaratan gazların salımının neden olduğu iklim düzensizliklerinin, orman kıyımının, su kıtlığının ve biyolojik çeşitlilik kaybının “tüm ulusların kalkınması ve refahını gittikçe daha çok tehlikeye düşürdüğü” ifade edildi.

Raporda ayrıca, dünyanın tüm bölgelerindeki 1686 farklı omurgalı canlı türüne dayanarak yeryüzündeki biyolojik çeşitliliği ölçen Yaşayan Gezegen Endeksi’nde son 35 yılda yüzde 30 oranında azalma kaydedildiği belirtildi.

WWF, Endeksteki bu azalma göz önünde bulundurulduğunda, biyolojik çeşitlilik konusundaki Rio Konvansiyonu’nda hedeflenen 2010 yılına kadar dünyadaki biyolojik çeşitlilikteki erozyonu azaltma amacına ulaşılmasının gittikçe daha şüpheli hale geldiğini belirtti.

Su kaynakları konusunda da, elli kadar ülkenin az veya çok bu konuda bir gerilimle karşı karşıya bulunduğu, iklim değişiklikleri yüzünden, tüm yıl boyunca veya mevsime bağlı olarak su kıtlığına maruz kalan insanların sayısında artış olmasının beklendiği kaydedildi.

..... ...... .....
Bu haber , dün basında yer alan haberlerin arasında , önemli bir yere sahipti. Ama , artık algılama yeteneği iyice dumura uğramış olanlarda pek fazla bir anlam ifade etmedi her zamanki gibi...
Okumakta olduğunuz blogun diğer sayfalarında ,hayvan-insan sözleşmesi isimli yazıda ,insan nüfusunun , doğadaki mevcut tüm dengeleri altüst edecek şekilde kontrolsüz şekilde arttığı , artan bu nüfusun yaşamsal ihtiyaçları için gereken tüketim maddelerinin sağlanabilmesi için daha çok hammaddeye , daha çok tatlısuya , daha çok kaynağa ihtiyaç duyulduğu anlatılmaktadır.
Büyük bir ivme ile artan tüketimin karşılanması için yapılanlar , dünyanın sınırlı kaynaklarının hızla tükenmesine yol açmaktadır.

Olması gerekenin son derece üzerinde populasyonu artan canlıların , doğal düşmanları aracılığı ile , doğada süregelen mevcut denge gereği artışlarının önlenerek aşırı çoğalmalarının önlendiği belirtilen yazıda ,insan adlı canlının doğadaki mevcut bu kuralı ihlal ettiği ,kendisinin aşırı çoğalmasını kontrol altında tutacak doğal etmenleri , üstün zekası ile ortadan kaldırdığı , bu durumun doğada mevcut olan canlılar arasındaki dengeyi kontrol altında tutacak mekanizmanın devre dışı kalmasına yol açtığı bir gerçektir.

Madenler ,doğalgaz ,petrol , tatlısu gibi kaynaklar son hızla tükenmekte , küresel çevre felaketinin saati hızla yaklaşmaktadır

İnsan denilen yaratık , sınırsız ve kontrolsüz artan popülasyonunun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için doğayı acımasızca yoketmektedir.
Ancak ,bu artışın ve doğa tahribatının ilelebet sürme imkanı yoktur.Çünkü insanların yaşaması için gerekli hayati ihtiyaçlar , bir süre sonra , gezegenimizin doğasını ve kaynaklarını tamamen bitirecek , ve bu , dünyadaki canlılığın da sonu olacaktır.
Belki sonraki çağlarda , yeni baştan oluşacak olan dünya ekosisteminde yeni canlı türleri belirecek ,ama muhtemelen ,çağlar önce ,tam olarak bilmediğimiz nedenlerle birden bire dünya üzerinden yokolan dinozorlar gibi , insan denilen yaratık bir daha dünya üzerinde görülmeyecektir.
Ve insan türünün yokolması nedeniyle bu olaya tanıklık etme şansımız da doğal olarak olamayacaktır.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

2040 yılında felaket geliyor


Paris ve Berlin çölleşecek. Londra sular altında kalacak. Avrupa'da yazın hava 49 derece olacak... Ve dahası...

Dünyanın en önemli iklim bilimcilerinden James Lovelock, küresel ısınmanın artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini ve dünyanın 2040 yılında çok büyük bir felaketle karşı karşıya kalacağını açıkladı.

Lovelock, insanoğlunun bundan sonra yapacaklarının bu krizi önlemek için yeterli olamayacağını savunarak 32 yıl sonrası için öngörülerini açıkladı.

PEKİ NELER OLACAK?

* Dünyada yaşayan 6 milyar kişi seller, kuraklık ve açlıkla karşı karşıya kalacak.

* Güney Avrupa, Güneydoğu Asya’da yaşayanlar Kanada, Avustralya ve İngiltere’ye göç edecek. Bu insanlar için göçmen kampları kurulacak.

* İklim koşulları yüzünden yaşyanacak etnik gerilimler nedeniyle iç savaşlar çıkacak.

* Bugünden itibaren herkes çevreci teknolojiler kullanmaya başlasa, ya da tam tersine herkes kömür yaksa ve 4x4 arabalar kullansa bile felaketin tarihinde en ufak bir değişiklik olmayacak, çünkü insanoğlu çok geç kaldı.

* Avrupa’da yazların sıcaklık ortalaması 43 ile 49 derece arasında olacak. Sıcak nedeniyle kıta genelinde tarım yapılamayacak.

* Sahra çölünün bir kısmı Orta Avrupa’ya da sıçrayacak. Paris ve hatta Berlin’e kadar ulaşacak.

* İngiltere’de Londra ve Cambridge nehirlerin seviyesinin yükselmesi nedeniyle sürekli sel baskınları ile mücadele etmek zorunda kalacak.

* Çin yaşanmaz hale gelecek. Bu nedenle Çinliler Afrika’ya taşınacak. Zaten şu anda Afrika’yı kolonize etmek için gerekli faaliyetleri gerçekleştiriyorlar.

* Rusya ise Sibirya’yı kolonize edecek. Bangladeş haritadan silinecek.

* Dünyada taşıyabileceğinden yüzde 80 daha fazla insan var. Bu kesim 2040 yılında yok olacak.

İnternethaber


Devamı İçin Tıklayınız...>>

EFEMÇUKURU ' NDA ALTIN SAVAŞLARI

Efemçukuru köyü , İzmir'in Menderes İlçesine bağlı ormanların , dağların içinde , bağcılık ve bir miktar da hayvancılıkla geçinen bir köydür.

Seferihisar sahillerini ve İzmir körfezini yaklaşık 750-800 metre yukarıdan ,kızılçam ağaçlarının dallarının arasından izlersiniz ..

İzmir'deki yazın kavurucu sıcağın aksine , serin serin esen hafif bir rüzgar dokunur yanaklarınıza .. Ceviz ya da çınar ağaçlarının gölgesi davet eder sizi ......

Bilge , vakur ve sakin ifadelerini izlersiniz yaşlıların köy meydanında o doyulmaz sohbetlerinde..

Geçmişi çok eskilere dayanır , 700-800 yıl gibi..
Kurtuluş savaşında omuz omuza vererek Yunan işgalcilerini püskürtmüşlerdir..

Bağları ile ünlüdür , üzümünün benzeri yoktur , komşu Kavacık ve Çamtepe köyleri ve Efemçukurunun..

üzümün toplanma zamanı geldi mi ,köylülerin yüzü daha bir güler..

Üzüm zamanı , köylünün en mutlu günleridir , buralarda...

Nam salmıştır üzümleri ülkenin her yerinde..

Ama , gelgelelim ,köylü şaşkındır bu son zamanlarda...

Uzun yıllardan bu yana Efemçukuru'nda altın madeni arayan Tüprag şirketi , işletme aşamasına geçmek üzeredir...

Dediklerine göre , köy altın madeninin üzerinde kurulmuştur.

Maden sahasında kalan arazilerini şirkete satmayan bir kısım köylülerin arazileri için " acele kamulaştırma yasasına göre " istimlak kararları çıkmaya başlamıştır.

İtiraz edenler , Danıştay'ın kamu yararı bulunduğu yönündeki itirazların reddi kararı ile bir kez daha şaşırmışlardır.

Köylü ikiye bölünmüştür .. Arazilerini satanlar ve satmayanlar olarak..

Madenin köye gelir sağlayacağını düşünen köylüler ve maden çıkarılması faaliyetlerinin çevreye ve insan sağlığına zarar vereceğini düşünen köylüler , birbirleri ile kahvehanelerini bile ayırmışlardır , birbirleri ile konuşmamakta ,birbirinin oturduğu kahvehanelere girmemektedirler.

Kardeş kardeşe düşmüştür adeta..

Ege Çevre ve Kültür Platformu Dönem sözcüsü avukat Arif Ali Cangı `nın verdiği bilgiye göre açılan dava dosyalarında şu noktalara dikkat çekilmekte :
- Menderes ilçesine bağlı Efemçukuru ' nda kamulaştırma kararı, kamu lehine değil, özel şirket için çıkarıldı. Bu , yasaya aykırı. Madenin İzmir `in su havzasını kirletme riski var. Kamu yararı olmayan bu karar, mülkiyet hakkının özüne dokunur nitelikte.


`Toprağımdan gitmem`


Bakanlar Kurulu `na dava açanlardan Hatice Bay ' da

-"35 yıl önce köyden şehre taşındım ancak yine de topraklarımı satmak istemiyorum" diyor, "Çünkü bu topraklar bize atalarımızdan, babalarımızdan kaldı."
Efemçukuru`ndan Ahmet Balcı da, davayı sonuna kadar sürdürmekte kararlı:

-"Doğanın korunması için ve burada yaşamımızı sürdürebilmek için bu davanın peşinden koşmalıyız."

Köylüler 170 hanede 600 kişinin yaşadığı Efemçukuru ’nda altın madenini, madende çalışan 15 kişinin dışında kimsenin istemediğini belirterek

- “Altın madeni açılırsa sularımız, topraklarımız kirlenecek. Yetişkin ağaçlarımız kesilerek oksijensiz kalacağız. Biz altın madenine karşıyız, çocuklarımız ve geleceğimiz için Çamlı Barajı’nı istiyoruz” dediler.

İzmir Büyükşehir Belediyesince ,Efemçukuru'nun , İzmir metropolünde yüzey sularının tek tutulabildiği yer olması , Çamlı , Alionbaşı , Tahtalı baraj havzalarında kirlenmeye neden olunacağı yönündeki raporları da ilgili yerlere iletilmiş olmakla birlikte Çamlı barajı inşaatından da havzadaki madencilik faaliyetleri nedeniyle vazgeçilmesi sözkonusu.



Hülya arkadaşımın gönderdiği e-mailden , gelin birlikte okuyalım:


EFEMÇUKURU'NU ALTIN İÇİN KATLETTİLER














Ama , kıydılar................

ŞİMDİ NE OLACAK ?
















Devamı İçin Tıklayınız...>>

EFEMÇUKURU'NDA ALTIN SAVAŞLARI

Değerli arkadaşım Hülya , Efemçukuru köyündeki altın madeni ile ilgili kendisine ulaşan bir e-maili gönderdi.

Efemçukuru ile ilgili bir kısa bilgilendirme ile birlikte , buradan izleyebilirsiniz.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Dünya alarm veriyor



Birleşmiş Milletler için hazırlanan bir raporda, acil önlemler alınmazsa Dünya'nın bir felakete doğru gittiği uyarısı yapılıyor.
Raporda dünyanın kaynaklarının yerine konamayacak bir hızla tüketildiği vurgulanıyor
Dünyanın dört bir yanından yüzlerce bilimadamının katkısıyla hazırlanan çalışmada insanlığın çevrenin kaynaklarını bu şekilde tüketerek yaşamaya devam etmesi durumunda, soyunun devamının bile tehlikeye girebileceği vurgulanıyor.
BM Çevre Programı'nın hazırladığı Geo-4 adlı raporun açılımı aslında Çevreye Küresel Bakış. Bilim muhabirimiz Richard Black, Hükümetlerararası İklim Değişimi Kurulu'nun hazırladığı raporlarla bu raporun farkını şu sözlerle açıklıyor:
"İklim değişimi raporları Dünya'nın ateşine bakıyorsa, bu rapor bize kan dolaşımında, lenflerde, bağırsaklarda ve bağışıklık sisteminde olup bitenlere dair bilgi veriyor."
572 sayfalık raporda ormancılık, temiz su kaynakları, tarım, biyolojk türlerin çeşitliliği gibi pek çok farklı unsur alanın uzmanları tarafından mercek altına alınıyor.
Raporda küresel ısınma, sürdürülebilir olmayan kalkınma modelleri ve türlerin soylarının tükenmesi konusunda acilen adım atılması gerektiği belirtiliyor.
Rapora göre balık stoklarının yüzde 30'u şimdiden yok olmuş durumda.
Raporda ayrıca kalkınmakta olan ülkelerde yaşayan milyarlarca insanın başka yerlerde çözülmüş olan kirli sudan bulaşan hastalıklar gibi nispeten basit meseleler nedeniyle sağlıklarının tehlike altında kaldığına da dikkat çekiliyor.
BBC


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Doğa çılgınlığın eline tutsak düşerken; Transgenik ürünler kader mi ?

Ahmet Nedim Nazlıcan--
Doğrusu, insanın bazen isyan edesi geliyor! Bu nasıl bir gidiştir? Bu ne boşverci, neme lazımcı, bize bir şey olmazcı bir tutumdur? Anlamak kolay değil, bu körlüğü!
Emanet aldığımız yerkürenin başına, özellikle son 30-40 yılda getirdiğimiz felaketlerin bedelini kendi günlük yaşantımızda bile türlü olumsuzluklarla ödemekten hala bıkmadık mı? Tarih boyunca insanoğlu, birtakım keşifleri ve buluşları hep, macera tutkunu insanların çılgınlık boyutundaki arayışları, çırpınışları ve mücadeleleriyle elde etmiştir. Ancak, o çılgınların ana hedefi; keşfetmek, öğrenmek, yaşamak ve insanlığa hizmet etmekti. Dolayısıyla yerküreye karşı herhangi bir zarar verme durumu söz konusu değildi.

Oysa, günümüzde öyle mi ya? Şimdiki çılgınlar, doğa anayı üzüp ağlatıyor, dünyanın aklını başından alıyor; yakıyor, yıkıyor, kısa günün karı olarak öne sürdükleri pek çok teknolojik gelişmenin bedelini, sadece bugünü yaşayanlara değil, gelecek kuşaklara da acı içinde çektirmekten çekinmiyorlar. Kendi yaşadıkları gezegenin yavaş yavaş mahvolmasını bile kayıtsızlıkla karşılayıp, hatta Neronvari bir acımasızlıkla seyredenler de yine aynı insanlar üstelik. Sonra da kalkıp, kıyametten korktuklarını sayıklıyorlar. Bu ne ikiyüzlülükse!

Çocukluğumuzdan beri ailelerimizin öğrettiği insanlık tarihinden süzülmüş doğrular ve eğitim hayatı boyunca aldığımız doğa sevgisi yönlü bilgiler nedeniyle, çevremize zarar vermeden yaşamaya çalışmanın yorgunluğuna, kötü niyetlilerin bozduğu doğanın yüklediği stresi de ekleyerek yaşamaya çalışıyoruz. Hiçbir şeyi dert etmeden, gününü gün ederek yaşamanın keyfini çıkaran boşvercilerin geniş sabırlarına da hayıflanıp durarak ...

Son yılların yükselen belası (değeri veya modası demeye dilim varmıyor nedense) olarak nitelendirilebilecek olan transgenik yani genetik yapısı değiştirilmiş ürünler konusu da aynı çağrışımları yaptırmaya yetiyor, hassas yüreklere. Transgenik ürünler teknolojisinin, Cengiz Hanın gaddar ordularına benzer bir yıkıcılıkla hücum ettiği bitkiler dünyasında, el atmadığı bir bitki grubu kalmayacak bu gidişle. Karaları basan su kütlesi gibi, üzerinde yaşanacak yer bırakmadan kaplayıp gidiyor doğal hayatın üzerini, insafsızca. Sanki bizler de, ağzı var dili yok, olacaklara seyirci kalmaya mahkum, zavallı kader kurbanlarıyız.

Ne münasebet! Kim demiş herkes teslim olacak diye? Bilimin yolu aydınlıktır dendiyse, korku filmlerinin ünlü karakteri Dr. Frankenstein gibi çılgınların her yaptığına da teslim olunacak değil ya! Batılıların Franky Gıdalar dediği bu tür genetik değişikliğe uğramış ürünlerin esiri olmak zorunda mıyız? Bizim büyük gelecek vaat eden, doğa dostu ekolojik ürün felsefemize ne olmuş ki? Bilimin ucube ruhlu transgeniği varsa, doğanın da ekolojik ürünler adında bir sevgilisi var, bu da bize yetmez mi? Bilimin ruhuna saygı duyalım ama uzak dursun bizden bilimkeşlik !

Ünlü Amerikalı şair ve yazar Ella Wheeler Wilcox’un (1850-1919) dediği gibi; “İsyan edilmesi gereken yerde, susma günahını işlemek; insanlardan ancak korkaklar üretir!” Peki o halde, “kim korkar bu vicdansız teknoloji mantığından” diye sormamak olur mu? Gıdalarımızı canavarlaştıran, bizleri en doğal hakkımız olan beslenme konusunda bile ürküterek, yediklerimizden şüpheye düşer bir hale getiren, teknolojinin bu obur ve acımasız yüzüne karşı haykıracak bir şeylerimiz yok mu? Tabii ki var ve bu Jaws kılıklı teknolojiye teslim olmak demek, kıyamet koşucularının yanına saf dizilmekten başka bir şey olamaz zaten.

Bu hararetli girişe niye ihtiyaç duydum ? Aslında, suya sabuna dokunmayan; kimseyi kızdırmadan, protesto etmeden, hoşgörülü ve denenip ispatlanmış iddialara yer veren bir bakış açısıyla dizilmiş bilimsel yazılar yazmak daha az baş ağrıtıcı olabilirdi. Ama insan bazen, içini dökmek, feryadını haykırmak ve belki gerçekleri yüzlere vurmak için biraz olsun bu bilimsel kalıbın dışına çıkma ihtiyacı duyuyor. Hararetli yazılar da ancak bu tip bir düşünceyle söz konusu olabiliyor zaten. Yine de asıl konuya gelmek ve daha önce bu sayfalarda iki kez genişçe değindiğim, genetik değişikliğe uğramış ürünler konusuna yeniden girmek arzusundayım.

Pek çok dergi ya da gazetenin son aylarda sıkça değindiği transgenik ürünlerle ilgili gelişmeler aslında bir çok insanı ürkütmüş durumda. Zaten yüzlerce katkı maddesini isteği dışında, hazır ürünlerin içerisinde yiyor olmaktan sıkıntılı ve hatta çeşitli alerjilerle cebelleşip duran insanımızın; ilaç ve hormon kalıntılarıyla bunalan düşünceleri, şimdilerde daha bir karamsarlıkla dolu. Niye? Çünkü, teknolojinin yeni dayatması olarak karşımıza dikilen ve genetiği değiştirilerek çok vazgeçilmez bir şeymiş gibi piyasaya sunulan, daha doğrusu şimdilik gizli kapaklı bir şekilde bizlere yedirilmeye çalışılan gıda ürünlerinin varlığıyla pek çok insanın yüreğine korku salınmış durumda.

Kim hangi keskin bilimsel gerekliliği öne sürerse sürsün, aklıma hep; Marmara depreminde denizin doldurulduğu yerlerde evleri mezara dönen insanların ölüme yenik düşmüş beden görüntüleriyle, doğanın geçici olarak verdiği yerleri sonunda nasıl da unutmadan su baskınıyla geri aldığının ibretlik örnekleri geliyor. Milyonlarca yılda oluşan doğal dengeyle oynayan her el, sonuçta mutlaka istenmeyen bir olumsuzluğa neden oluyor. Nasıl ki, binlerce yılın imbiğinden süzüle süzüle mutlak doğruya ulaşmış anlamıyla atasözleri, pek çok konuya dört dörtlük bir örnek oluşturarak çözüm oluyorsa, doğa ürünlerinin de işte böyle bir oturmuş sistemi var.

Onunla keyfi oynamalar yapmak, zevk için değişiklikler yapmak, kim bilir geleceğimize hangi kötü senaryoların eklenmesine neden oluyordur. Peki, kimin buna hakkı var? Daha çok para kazanma uğruna geleceğimizi karartan bu tür teknolojik gelişmelere, körü körüne hayranlıklarla kapılıp, hemen teslim olmak mı daha akılcıdır yoksa bilimin genel kuralları içerisinde, iyice araştırılıp, gerekli denemeler yapıldıktan ve yan etkileri en düşük düzeye indirildikten sonra kabullenmeye yanaşmak mı?

Gelecek sayıda da bu konuya değinmek istediğimden, transgenik ürünler konusunda yayınlanmış değişik yazılardan alıntılar yaparak, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve hatta dergimizin geçmiş sayılarında yayınlanan bazı transgenik sempatizanı yazılara da eleştiriler getirmek yoluyla, konunun dergimiz sayfalarında da karşılıklı tartışılmasını sağlamak istiyorum. Kendi yazdıklarımın da, transgenik tutkunlarınca eleştirilmesine hoşgörü ile bakabileceğime inanarak ...

Bu tür ürünlerin gerekliliğini savunanların, en fazla sarıldıkları dal; yeryüzündeki aç insanların ya da yeterince beslenemeyen toplulukların varlığı olduğundan, sanki transgenik ürünler çok daha verimliymiş de, dünya üretimindeki açığı bu yolla kapatmayı başarabileceklermiş gibi, hararetli iddialarda bulunuyorlar. Ancak, yapılan alan denemelerinin böyle bir verim üstünlüğünü haklı çıkarmadığı da, yine aynı gelişmiş ülkelerde hatta ABD’de yapılan çalışmalarla ortaya konmakta. Zaten 10-12 yıllık bir geçmişi olan bu yeni teknolojinin gerçek yüzü, önümüzdeki yıllarda daha iyi ortaya çıkacaktır.

Üstelik, bazı ürünlerde % 60-70 seviyesine ulaşmış olan transgenik ürün oranı ile, niye şu anda açlık çeken milyonların derdine çare bulunamıyor oluşu da oldukça garip bir durumdur. Afrika içlerinde açlıktan kırılan kitlelerin bu ürünleri alacak parası mı var da almıyorlar ? Zaten paraları olsaydı hiç aç mı kalırlardı ? Dünyanın tüm yüzeyini ürünle kaplasanız, ne faydası var bu fakir ülkelere ve onların zavallı insanlarına! Transgenik üretim tabii ki kader değildir ama görünen o ki, açlık o insanların kaderi olmuştur



Yabancı otlar ve böceklerle mücadele ederek verim kayıplarını önlemek, doğal olarak verim değerlerini ve elde edilen geliri arttıracaktır. Ama bu sonuç, klasik metotlarla yapılan mücadeleyle de sağlanmıyor mu ? Üstelik, transgenik üretimde, örneğin yabancı otla mücadele konusundaki yoğun ilaçlamalar zorunluluğuyla çevre kirliliği bakımından daha yüksek riskleri de beraberinde getirerek.

Bir diğer konu da kalite açısından sağlanan kolaylıklarmış! Daha sağlam, daha dayanıklı ürünler ortaya konacak, başka bitki ve hayvanlardan elde edilen üstün özellikteki genlerin aktarılmasıyla sıcağa, soğuğa ve tuzluluğa karşı daha dayanıklı ürünler elde edilecekmiş. Olabilir! Bu çabalar, klasik metotlarla da sürdürülüyor uzun yıllardır. Ama doğaya zarar vermeden ve yüreklere şüphe bulutları yüklenmeden...

Üstelik, bugüne kadar doğal tekniklerle yürütülen çalışmalarda epeyce de yol alındı ve hemen her üründe verim, kalite ve dayanıklılığı arttırma konularında pek çok gelişme sağlandı. Ama bu her zaman olumlu bir sonuç verdi mi ki, daha fazlasını isteyelim! Örneğin; pazarlanması aşamasında zorluklar çıkardığı ve kolayca patlayıp bozulduğu için domateste kalın kabukluluğa karşı yaratılan talep gereği geliştirilen o yusyuvarlak ve kalın kabuklu ama pembemsi kırmızı renkteki suyu kıtlaşmış domatesleri koklayın önce bir; sonra da, kenarda köşede kalmış, yayla veya köy çeşidi olarak pazara yansıyan eğri büğrü ama kan kırmızısı renkte, ince kabuklu ve bol etli, bol sulu, mis gibi domates kokan ürünleri koklayın bakalım, fark hemen ortaya çıkıveriyor.

Talep yüksek olunca bilimsel çalışmalar, geniş kitleleri doyurabilmek ve üretilen ürünleri en uzaklara bile rahatça ulaştırabilmek için farklı kalite kriterlerini öne çekebiliyor tabii ki, ama kimsenin de bunu bir kurtuluş reçetesi gibi sunmaya hakkı olmamalı. Bir şeyler kazanılırken, karşılığında da bir şeylerin feda edildiği unutulmamalı. Malum, fizikteki bileşik kaplar kanunu öyle emrediyor beyinlere. Durdurulamayan noktadaki insan nüfusunu karşılayabilmek için bilimin zorla girdiği bu kavşakta, kaliteden fire vererek yaklaşılan son, damak tadına atılan kezzaptır, bu aslında tat ve lezzet dünyasının iflasıdır belki de.

Gelinen bu noktada, çaresizliğin acısından sıyrılıp, biraz sabırlı ve sağduyulu davranmak en iyisi yine de. Aç gözlü teknolojinin aceleci ve bitirim metotlarına hemen teslim olmadan, tartışarak, her yeniliği hemen alıp benimsemek yerine, haklılığı ve doğruluğu iyice tescillendikten sonra kabullenmeye yanaşmak ve en önemlisi de; doğada her şeyin bir alternatifinin bulunacağını bilerek, hiçbir bilimsel zorlamanın kaderimiz gereği olmadığına inanmak gerekiyor. Tıpkı, bütün yayılmışlıkları ve geçerliliklerine rağmen, örneğin; silaha, şiddete ve sigaraya karşı inatla karşı çıkanların ruhlarına sinen, haklı çıkma mutluluğunu yaşamak gibi!

Buğday


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Petrol Biterken

Petrolün üretimi ve kullanımı, doğa üzerinde ağır bir baskı oluşturuyor. Biyoyakıtlar buna bir çare olabilir ama büyük miktarda bitkisel yağın yakıt üretimine yöneltilmesi yeni sorunlar yaratabilir.

( Azerbaycan / Gökhan Tan )

Petrole bağımlılık! Petrolsüz yaşamı düşünelim; bu durumda duvardaki boyadan tutun duş perdesi, duş takımı, tuvalet malzemelerine kadar birçok şey yok olup gidiyor. Bilgisayar, klavye, yazıcı, telefon, hepsi petrolden elde edilen plastik formlarla oluşturuluyor. Diyabet, yüksek tansiyon, depresyon gibi hastalıkları kontrol etmede kullanılan farmasötik bileşimler için de bu yağ gerekli. Boya, mürekkep, plastik, yapıştırıcı, parfüm gibi maddelerin üretildiği petrokimyasal sanayide, petroldeki karbon temel olarak kullanılıyor.
Petrolün neredeyse yüzde 90'ı benzin olarak kullanılıyor. Dünyanın enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 70'ini karşılayan fosil kökenli yakıtların (petrol, doğalgaz, kömür) önümüzdeki 40–50 yıl içerisinde tükeneceği tahmin edilmekte. Küresel ısınma gerçeği ile birlikte artık birçok ülke karbondioksiti azaltacak alternatif enerji kaynakları arıyor. Bazı ülkelerde şimdiden doğanın sunduklarından yakıt elde eden 'biyorafineri' yöntemi kullanılmaya başlandı. Biyorafineri işe benzinle başladı; petrolün diğer kullanım alanlarında da giderek yaygınlaşıyor, petrolsüz bir hayatın mümkün olduğuna işaret ediyor.
Yüzyıllardır ağaç ve hayvan atıkları yakılarak kimyasal enerji, ısı enerjisine dönüştürülüyor. Büyokütle, tüm biyolojik varlıklardan oluşuyor, depolanmış güneş enerjisi olarak da biliniyor. Biyokütle bazı işlemlerle etanol, metan ve biyodizel yakıtlarına dönüştürülebiliyor. Bunlara 'modern biyokütle' deniyor. Örneğin Çin, Hindistan ve Brezilya'da hayvan atıklarından elde edilen metan gazı aydınlatma, pişirme ve elektrik üretiminde kullanılıyor. Brezilya'da modern biyokütle birincil enerji ihtiyacının yüzde 20'sini karşılıyor ve taşıt yakıtı olarak kullanılıyor. Biyokütlenin yakıt olarak kullanılmasına biyofuel/biyodizel deniyor.
Biyodizel kolza, ayçiçeği, soya, aspir gibi yağlı tohum bitkilerinden ya da hayvansal yağlardan elde ediliyor. Bu yağlar bir katalizör eşliğinde kısa zincirli alkolle (metanol ya da etanol) reaksiyona giriyor ve elde edilen ürün yakıt olarak kullanılıyor. Evsel kızartma yağları ve hayvansal yağlar da biyodizel olarak kullanılabilir. Biyoyakıtların içerisindeki karbon, bitkilerin havadaki karbondioksiti parçalamasıyla elde edildiğinden atmosferde net bir karbondioksit artışına sebep olmuyor. Kükürt içermiyor, sudaki canlılara herhangi bir toksit etkisi yapmıyor. Buna karşılık 1 litre ham petrol, 1 milyon litre içme suyunun kirlenmesine neden olabiliyor.
Diğer taraftan bu iş için çok büyük miktarda bitkisel yağın, yakıt üretimine yöneltilmesi gerekiyor. Fiyatı, yetişme kolaylığı ve hızı bakımından bu işe en uygun bitki kolza. Ama tüm fosil yakıtların yerini alabilmesi için çok büyük alan gerek. Sadece Almanya'nın yakıt ihtiyacını karşılamak için bütün Avrupa'nın baştan başa kolza tarlalarıyla doldurulması gerek!

Şimdiden Brezilya'nın yağmur ormanları katledilmeye ve tarım arazisine dönüştürülmeye başlandı.
Biyoyakıtlar sürekli bir çözüm olmasa da, belli dozlarda kullanılarak önemli bir alternatif olabilir.
Atlas Ağustos 2007,sayı 173


Devamı İçin Tıklayınız...>>

NASA: 2040'ta Türkiye çöle dönecek

06.08.2007 Sabah

Türkiye'de son 40 yılda Van Gölü'nün 3 katı, Türkiye'nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü'nün 25 katı oranında sulak alan yok olurken, kara yüzeyinin yüzde 90'ında çeşitli şiddetlerde erozyon görülüyor ve verimli topraklar da hızla kaybediliyor.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı-Türkiye ve TEMA'dan alınan bilgilere göre, küresel ısınma ve bilinçsiz tarımsal sulama yüzünden Türkiye'nin sulak alanları ve birbirini tetikleyen sorunlar yüzünden verimli toprakları kaybediliyor.

Son 40 yıl ele alındığında 2,5 milyon hektarlık sulak alanın yarısı çeşitli nedenlerle yok oldu. Bazıları sinek üreten bataklık olduğu gerekçesiyle kurutuldu, bazıları besleyen kaynaklarının üzerine baraj ve gölet kurulması nedeniyle kurudu, birçoğu da tarımsal sulamaya esir düşerek haritadan silindi.

Türkiye'de kaybedilen sulak alanların boyutu küçümsenmeyecek kadar büyük... Yaklaşık 1 milyon 250 bin hektarlık kuruyan alan, Marmara
Denizi'nin yüzölçümüne eşit. Sözkonusu kaybın Van Gölü'nün 3 katı, Türkiye'nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü'nün 25 katı,
ülkenin en önemli göllerinden olan Tuz Gölü'nün ise 9 katından fazla olması dikkat çekiyor.

10 yıl önce 260 bin hektar olan Tuz Gölü'nün alanı bugün 130 bin hektara düşerken, giderek suyu azalan Beyşehir Gölü'nün önlem alınmazsa 3-5 yıl içinde bataklık haline geleceği belirtiliyor.

Nasreddin Hoca ile özdeşleşen, Türk kirazına kalite kazandıran, Akşehir Gölü ile beyaz kiraz üretiminde önemli rol oynayan Ereğli Sazlıkları kurudu. Ereğli'de sazlıkların kuruması yüzünden iklim bozuldu, meyve üretiminde kalite ve rekolte düştü.

5 MİLYON YILLIK GÜZELLİĞİ KAYBETTİK

''Dünyanın Nazar Boncuğu'' olarak nitelendirilen, 5 milyon yıl önce oluşan Meke Gölü, birkaç yıl içinde bataklık haline döndü. 5 milyon yıldır var olan güzellik birkaç yılda kaybedildi. Bunu gören yabancı turistler tepki gösteriyor ancak Konya Kapalı Havzası'nda 30 bin kaçak kuyudan su çekilerek gölün sonu getiriliyor.

Çok sayıda sulak alanın kuruduğu ülkenin yeraltı su seviyesinin yüzde 40'ını barındıran Konya Kapalı Havzası'nda tehlike daha ciddi boyutlara tırmanıyor. Son 20 yılda yeraltı su seviyesi alt havzalarına göre 20-40 metre azalan Konya Kapalı Havzası'nda, kuruyan sulak alanlarıyla yıllardır tehlike çanları çalıyor.

WWF'nin raporuna göre doğal kaynakları şu andaki hızında tüketilmeye devam edilirse, insanlığın 2050 yılında iki gezegene daha ihtiyacı olacak. Bu durum, biyolojik yenileme kapasitesinin yüzde 50 fazlasını tüketen Türkiye için daha büyük önem taşıyor. Çünkü Türkiye'de birbirini etkileyen sorunlar yüzünden sularla birlikte topraklar da kaybediliyor.

Türkiye'de her yıl tarım alanlarından 500 milyon ton, tüm ülke yüzeyinden 1,4 milyar ton verimli üst toprak erozyonla kaybedilirken,
ülkenin erozyonla kaybettiği bu topraklar, 25 santimetre kalınlığında, yaklaşık 400 bin hektar genişliğinde bir araziye eşdeğer olarak tutuluyor.

Bitki örtüsü ve özellikle ormanların tahribi sonucu, toprak erozyonu ile her yıl 1 milyar 400 milyon ton toprak göllere, denizlere taşınarak ya da barajları doldurarak yitiriliyor.

Ülke topraklarımızın yüzde 90'ında çeşitli şiddetlerde erozyon yaşanıyor (yüzde 63'ünde çok şiddetli ve şiddetli görülüyor) ve bu durumun Avrupa'nın 17, Kuzey Amerika'nın 6 katı civarında olduğu belirtiliyor. Türkiye'de akarsularla birlikte alandan taşınan toprağın, ABD'nin 7, Avrupa'nın 17 ve Afrika'nın 22 katı daha fazla düzeyinde olduğu
vurgulanıyor.

Fırat Nehri yılda 108 milyon ton, Yeşilırmak 55 milyon ton toprak taşırken, Keban Barajı'na 32 milyon, Karakaya Barajı'na 31 milyon ton toprak birikiyor. Bu birikme barajlardan faydalanmayı azaltıyor.Türkiye'nin topraklarının sadece yüzde 15'inin üstün verimli olduğunu bunların da giderek kaybedildiği belirtiliyor. Cumhuriyetin ilanından bu yana 44 milyon hektar mera alanı 12,3 milyon hektara kadar gerilerken, her yıl kaybedilen 1 milyar 400 milyon ton toprağın 500 milyon tonu tarım alanlarından gidiyor.

BÖYLE GİTMEMELİ

NASA'nın yaptığı araştırmaya göre, erozyonun şiddetlenerek devam etmesi ve etkili tedbirler alınmaması halinde Türkiye'nin büyük bir bölümü 2040 yılında çöl olacak.

Erozyonla baraj göllerinin dibine yığılan topraklar, barajların doğal ömrünü yüzde 50 oranında azaltabiliyor. Bunun sonucunda yüksek değerde hidrolojik enerji ve kullanma suyu kayıpları meydana geliyor.

Örneğin, dünya barajlarına erozyonla getirilip depolanan topraklar, enerji ve kullanma suyu bakımından yılda 6 milyar dolarlık bir zarara neden oluyor. Türkiye'de bunun tipik örneği Keban Barajı'nda görülüyor.

Türkiye'de 15 barajın (Altınapa, Bayındır, Buldan, Çaygören, Selevir, Çubuklu, Demirköprü, Hirfanlı, Karamanlı, Kartalkaya, Kemer, Kesikköprü, Seyhan, Sürgü, Yalvaç) ömürlerinin tahmin edilenden önce dolmuş ya da dolmak üzere olduğu vurgulanıyor. Bunlara ek olarak ülke ve bölge için büyük önem taşıyan Keban, Karakaya ve Atatürk barajlarında da tehlike çanları çalıyor.

GERİ KAZANMAK KOLAY OLMUYOR

Kaybedilen sulak alanlar ve verimli topraklar ekonomik açıdan büyük çapta zarara yol açarken, geri kazanımları kolay olmuyor.
Sulak alanları geri kazanmak, kuruyan gölleri eski haline getirmek için yüzlerce yıl gerekiyor. Örneğin Konya'da yeraltı su seviyesi giderek düşüyor. İçilebilir özellikteki temiz yeraltı suyu ile Tuz Gölü arasında kot farkı 15 metreye kadar indi.

Önceden 50 metrenin üzerindeki farkın 15 metreye kadar inmesi tehlikeyi beraberinde getiriyor. Böyle giderse 5-6 yıl sonra Tuz Gölü'nden yer altı suyuna doğru akış başlayacak ve temiz su tamamen bozulacak. Bu durumda da hayatın biteceği Konya Kapalı Havzası'nda yeraltı suyunun temizlenmesi için 1400 yıl gerekecek.

Aynı şekilde üretilemeyen bir kaynak olan verimli toprağın 1 santimetresi ortalama 500 yılda oluşuyor. Tarım yapılabilmesi için
gereken minimum 40 santimetrelik toprağın oluşması ise ortalama 20 bin yılda gerçekleşiyor.

1 ton buğday elde edilmesi için bin ton, 1 porsiyon bonfilenin yenecek halde sunulabilmesi için (hayvanın büyümesi, beslenmesi vb.) 9 bin 800 litre, 1 pilicin yenebilir hale gelmesi için 1200 litre, 1 kilo ekmek için 400-1200 litre suya gereksinimin duyulduğu günümüzde kaybedilen ülke suyu ve toprağı için harekete geçmenin önemine işaret ediliyor.
Yıllardır sulak alanların kuruduğu ülkede bilinçlenmenin, büyük kentlerde su kesintilerine gidilmesiyle başladığını belirten WWF-Türkiye ve Tema Vakfı yetkilileri, ''40 yılda 1,25 milyon hektar alanı kaybettik. Halen kayıplar sürüyor. Kişi başına düşen su azaldı, topraklarımız verimini kaybetti. Artık ülkede daha ciddi önlemlerin alınması gerekiyor'' dedi.

AA


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Çevre için kritik 5 yıl

27.11.2007 Cumhuriyet

BM Kalkınma Programı'nın (UNDP) bu yıl için hazırladığı '2007-2008 İnsani Kalkınma Raporu' bugün açıklanacak. Raporda, 'Dünyanın, iklim değişikliği konusunda gidişini değiştirmek için beş yıldan az süresi var' uyarısı yapıldı.

UNDP tarafından hazırlanan " 2007/2008 İnsani Kalkınma Raporu " adlı rapor bugün açıklanacak. UNDP'den yapılan açıklamada, iklim değişikliğinin "21'inci yüzyılın insani gelişme mücadelesi" olarak tanımlandığı belirtildi. İklim değişikliğine karşı önlemlerde başarısızlığa uğranılması halinde yoksulluğu azaltmak için girişilen uluslararası çabaların önce duracağı sonra azalacağı belirtilen açıklamada, iklim değişikliğinden en önce ve en fazla, bu sorunda hiç payı olmayan en yoksul ülke vatandaşlarının etkileneceği belirtildi.

Raporda "Geleceğe bakıldığında zengin ya da güçlü olsun, hiçbir ülke küresel ısınmanın etkisine bağışık olamayacaktır" denildi. Rapor iklim değişikliğinin sadece bir "gelecek senaryosu" olmadığı üzerinde duruyor. Kuraklığa, sellere ve büyük fırtınalara giderek daha fazla maruz kalmanın, şimdiden eşitsizliği yeniden güçlendirdiği belirtilen raporda şu temalar yer aldı:

"Dünya karşı durulamayacak bir ekolojik felakete doğru yöneliyor, bunun kaçınılmaz hale geldiği henüz aksi kanıtlanmamış bilimsel bir vakadır. İklim değişikliğinin işaret ettiği konu açıkça şudur: İnsani kalkınmada hayatımız boyunca görmediğimiz bir gerileme ve çocuklarımız ve onların çocukları için derin ve ciddi riskler. Dünyanın, gidişini değiştirmek için beş yıldan daha az bir zamanı vardır. Dünyanın iklim değişikliklerini yaratan unsurlara karşı eyleme geçme konusunda ne mali kaynak ne de teknolojik kapasite eksikliği bulunmaktadır. Eksik olan, konunun ne kadar aciliyet taşıdığı, insanlar arasındaki dayanışma, ortak çıkar duygularıdır."


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Dünyanın 13 yılı kaldı

21.08.2007 Hürriyet

BM, iklim felaketinin nedenlerini inceleyip geleceğe ilişkin tahminler yapılan yeni bir rapor yayınladı.

Uzmanlara göre iklim felaketinin önlenmesi için 2020 yılına kadar önlem alınması gerekiyor, aksi takdirde geri dönülmez noktaya gelinmiş olacak. BM’nin Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli’nin iklim raporunun üçüncü bölümü de basına sızdı. Bu bölümde özellikle trafik ve konutlarda enerji kullanımının yol açtığı emisyonlar inceleniyor ve alınması gereken önlemlerle ilgili öneriler yapılıyor.

Raporun ikinci bölümü nisan ayında Brüksel’de, üçüncü bölümü ise mayıs ayında Bangkok’da açıklanacak. Şimdiye kadar elde edilen bilgilere göre iklimdeki ısınma iki derecede tutulursa kurtuluş mümkün.??Uzmanların önerisi??Daha 13 yıl vaktimiz var ya da sadece 13 yıl vaktimiz var. BM Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli uzmanlarına göre iklim felaketinin önlenmesi için 2020 yılına kadar önlem alınması gerekiyor, aksi takdirde geri dönülmez noktaya gelinmiş olacak.

Geri dönülmez noktadan kasıt, kutuplardaki ve Grönland’daki buz tabakasının erimeye başlaması ve okyanuslardaki asit oranının yükselmesi. Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli ya da diğer adıyla Dünya İklim Konseyi uzmanlarının önerisi trafik ve konutlardan kaynaklanan emisyonları azaltmak, bio yakıtlara, hibrid arabalara, konut ve işyerlerinin izolasyonuna öncelik vermek, ama en etkili önlem enerji tasarrufu.?Üretim biçimleri değişmeli.?Sera etkisine yol açan gazlardan sadece karbondioksitin değil, metan ve gülme gazı olarak bilinen nitröz oksitin de azaltılması gerekiyor.

Ayrıca sadece sanayi ülkeleri değil, kalkınmakta olan ülkelerin de harekete geçmesi gerektiğini belirten uzmanlar, sanayi ve tarımda üretim biçimlerinin değiştirilmesini, örneğin çok fazla metan gazına yol açan sulu pirinç tarımı yerine kuru pirinç tarımı yapılmasını öneriyorlar. Sera etkisine yol açan gazlarda indirim sağlanması durumunda dünya iklimindeki sıcaklık artışının iki derece ile sınırlandırılabileceği tahmin ediliyor. Uzmanlar açıkça söylüyor, aksi takdirde felaket kapıda. ??Siyasi irade ihtiyacı??

Alman uzman Ottmar Edenhofer’e göre, dünya ikliminin kurtarılması için yapılacak yatırımların ekonomilere yük olması da söz konusu değil. Potsdam İklim Araştırmaları Enstitüsü şef ekonomisti Ottmar Edenhofer, raporun tüm ayrıntıları bilinmediği için abartılı değerlendirilmelerden kaçınılması gerektiğini söylese de şu yorumu yaptı.??Edenhofer, “İklim felaketinden kaçınmamız, üstelik bunu ekonomileri fazla etkilemeden yapmak mümkün. Dünya çapında gayrı safi milli hasılanın yüzde birini harcayarak, tehlikeli iklim değişimini önleyebiliriz. Tek yapılması gereken bu konuda politik kararlılık göstermek.”??ABD ve Çin’e daha fazla görev düşüyor??Uzmanlar ABD ve Çin’in iklim korumada daha fazla angajman göstermesini isterken BM Çevre Programı Başkanı Achim Steiner bu konuda umutlu. Steiner, bu iki ülkede de iklim konusunda umut verici gelişmelerin olduğuna işaret ediyor. ??Steiner, “Dünyanın en büyük altıncı ekonomisi olan Kaliforniya’nın hedeflediği emisyon indirimleri, Avrupa ve Almanya’da hala tartışmalı. Arnold Schwarzenegger’in kabul ettirdiği yasa son derece olumlu. Çin ise geçen yılm yenilenebilir enerjilere 180 milyar dolar yatırım yapmayı kararlaştırdı” diye konuşuyor.??BM uzmanları, buna rağmen ABD ve Çin gibi sera etkisine yol açan emisyonlarda başı çeken ülkelerin bu yılın sonunda toplanacak ve Kyoto protokolünün geleceğinin görüşüleceği toplantıya kadar ikna edilmesini istiyorlar.

2007 en sıcak yıl olabilir... (04.01.2007/BBC)

İngiliz Meteoroloji uzmanlarına göre, 2007, dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yıllık dönem içinde en sıcak yıl olabilir. Bugüne dek kaydedilen en sıcak yıl 1998. İklim değişikliği uzmanları, bu yılın daha sıcak olması ihtimalinin ise yüzde 60 olduğunu belirtiyor. Tahminlere göre küresel sıcaklığın, uzun dönemli ortalama olan 14 santigrat dereceden yarım derece daha sıcak olması mümkün. Bilim adamları bu duruma iki sebep gösteriyor... Bunlardan birincisi insan faaliyetlerinden doğan sera etkisine yol açan gaz salımları. Bir yılın diğerinden daha sıcak olacağını tahmin etme imkanı veren bir diğer faktör ise El Nino iklim hareketinin kendini yeniden göstermeye başlaması. El Nino iklim hareketi her 4 ila 7 yıl aralığında, Güney Amerika’nın batı kıyılarında Büyük Okyanus’un olağandışı ısınmaya başlamasıyla oluşuyor, bu sırada derinlerde soğuk sular yüzeye yükselemiyor. Normalde soğuk ve güneyden kuzeye doğru akan suyun belli yıllarda akış yönü değişiyor ve ısınıyor. Bu durum, sadece okyanusta yaşanan canlılara zarar vermekle kalmıyor, dünya genelinde beklenmedik hava olaylarının yaşanmasını, maddi hasar ve can kayıplarını getiriyor. El Nino iklim hareketi dahilinde ısınma süresinin uzamasıyla da bu yıl küresel sıcaklığın artması bekleniyor. Uzmanlar ayrıca 2006’nın İngiltere’de kayıtların tutulmaya başlandığı 1914’ten bu yana görülen en sıcak yıl olduğunu belirtiyorlar. El Nino’nun etkisi, zayıf, orta, güçlü, çok güçlü ve olağanüstü şeklinde seviyelendiriliyor. Büyük Okyanus’ta şu anda orta düzeyde El Nino etkisinin gözlendiği belirtiliyor. Bu durum da uzmanların 2007’nin en sıcak yıl olabileceği tahminlerini kuvvetlendiriyor. Son yıkıcı El Nino etkisi 1997-98 yılları arasında yaşandı. Yaşanan doğa olaylarının dünyaya faturası 2 bin can kaybı ve 20 milyar sterlin oldu.

Akdeniz yukarı çıkıyor... (29.07.2006/DW-World)

Küresel ısınma etkisi arttıkça yazlar daha da sıcaklaşıyor, dört gözle beklenen yaz kabusa dönüşüyor. Bilim adamları, ısınmanın bu şekilde sürmesi durumunda Akdeniz’deki tatil merkezlerinin cazibesini yitireceği, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin yeni turizm merkezleri haline gelebileceğini belirtiyor. Avrupa bu yıl da sıcak hava dalgasına teslim oldu. 30 derecenin üstündeki sıcaklara alışık olmayan Avrupalılar başlangıçtaki yaz sevincinin ardından serinliğe özlem duymaya başladı bile. Almanya’nın yüksek tirajlı gazetesi Bild, insanların bıkkınlığını, “Sevgili güneş, lütfen biraz mola ver” başlığıyla manşetine taşıyor. Avrupa’nın orta ve kuzey kesimlerinde hal böyleyken 40 derecenin üzerinde sıcaklara sahne olan Akdeniz’de insanlar kaçacak gölge arıyor. “Journal of Sustainable Tourism” dergisinde yayınlanan bir araştırma, küresel iklim değişiminin uzun vadede küresel turizm akımlarında da değişikliğe yol açacağı sonucuna varıyor. İngiliz ve Hollandalı bilim adamlarının yaptığı araştırma, 2080’li yılların yaz aylarında örneğin İngiliz ve Almanlar’ın Akdeniz’e gitmek yerine kendi ülkelerinde kalmayı tercih edeceğini gösteriyor. İngiliz ve Almanlar’ın, Avrupa’nın en çok seyahat eden milletleri olduğu düşünüldüğünde bu Akdeniz turizmi için ağır bir darbe anlamına gelebilir. Çoğu Kuzey Avrupa’dan olmak üzere her yıl 116 milyon kişi Akdeniz’e gidiyor ve yaklaşık 100 milyar dolar para harcıyor. Raporda, bu insanların tatil alışkanlıklarındaki en küçük bir değişmenin Türkiye, İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Fas gibi ülkelerin ekonomilerine büyük etkileri olabileceği belirtiliyor. Raporun yazarlarından İngiliz iklim bilimci David Viner; “İnsanlar artık güneşe, deniz ve kuma bakmak için tatile gitmek istemiyor. Çok sıcak olduğu için gölgede oturmak zorunda kalıyorlar” saptamasında bulunuyor. Viner’a göre İrlanda’dan Fransa’nın kuzeyine, Baltık Denizi kıyılarından İskandinavya’nın güneyine Kuzey Avrupa kıyıları orta vadede Avrupalı turistler için daha cazip hale gelebilir. Kaldı ki son yıllarda Avrupa’da yaşanan sıcaklar göz önüne alındığında Avrupalı turistler için “daha sıcak olduğu için güney ülkelerine gitme” gerekçesi de ortadan kalkmış olacak.

Kuraklık ve orman yangınları

Küresel ısınma ışığında Akdeniz ülkelerini bekleyen tek tehdit turist gelirlerindeki azalma değil. Bilim adamları bu ülkelerde kuraklığın ve orman yangınlarının artabileceği, su sıkıntısının başgöstermeye başlayacağı uyarısında bulunuyor. Raporda yaz aylarında boşalacak olan Akdeniz’de turizm mevsiminin bahar ve kışa kayacağı öngörüsünde bulunuluyor. Bilimsel araştırmalar, hava sıcaklığının 2100 yılına kadar 1.4 ila 5.8 santigrat derece artacağını ortaya koyuyor. Bu da sıcak hava dalgalarıyla birlikte sel, toprak kayması ve salgın hastalıkların artması olasılığını beraberinde getiriyor. Turizm kendisini tehdit eden küresel ısınmaya bizzat katkıda bulunuyor. İklim değişikliğine yol açan gaz atılımının en önemli kaynaklarından biri hava taşımacılığı. 1996 yılında uluslararası uçak yolcusu sayısı 594 milyonken, 2010 yılına kadar bu sayının bir milyar sınırını aşması bekleniyor.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

BM uyardı : Dünya alarm veriyor

26.10.2007 Ntvmsnbc

'Gezegeni şimdi kurtarabiliriz, asla daha sonra değil...'

NAİROBİ - BM, iklim değişikliği raporunda, bugünkü ve gelecek nesillerin hayatını garanti altına alabilmek için her alanda mutlaka ve derhal harekete geçilmesinin şart olduğu uyarısında bulundu.


BM Çevre Programının (BMÇP) 390 uzmana hazırlattığı 570 sayfalık devasa raporda, çevrenin korunması amacıyla alınması gereken tedbirlerin öncelik taşıdığı dünya liderlerine hatırlatılıyor.

Kenya’nın başkenti Nairobi’de bu akşam yayınlanan raporda, “ihtiyaçların hiç bu kadar acil, zamanın ise hiç bu kadar uygun olmadığına” işaret ediliyor ve “gerek bugünkü, gerekse bundan sonraki nesillerin baki kalabilmesi için hemen harekete geçmenin elzem ve zaruri olduğu” belirtiliyor.

Raporda; atmosfer, karalar, denizler, sular ve biyolojik çeşitlilik bakımlarından gezegenin hal-i pür melali anlatılıyor. Gezegendeki doğal kaynakların sistematik şekilde yok edilmesiyle ülke ekonomilerinin geleceğinin tehdit altında kaldığına vurgu yapılan raporda, “çocuklarımızın ilerde bu faturayı ödeyemeyebileceğine” işaret ediliyor.

Yeryüzünde son 450 milyon yıl içinde nice türün yok olduğu 5 dönem geçirildiği hatırlatılan raporda, bu dönemlerin sonuncusunun 65 milyon yıl önceye uzandığı belirtildi ve “Altıncı büyük tükeniş yolda... Felakete bu kez insanoğlu çanak tutuyor...” ifadesi kullanılıyor.

Rapora göre, dünyadaki gelişme son 20 yıl içinde daha önce hiç görülmemiş boyutlara ulaştı. İnsanoğlu artık çevreye yönelik tehditleri anlamak ve yönetmek için araçlara sahip, fakat bunlar gereği gibi kullanılmıyor...

Raporda, çevre sorunları kıtalara ve bölgelere göre ayrıntılarıyla anlatılıyor.

İklimin son 500 bin yıl içinde olduğundan çok daha hızlı değiştiği kaydedilen raporda, geçen yüzyıl içinde dünyadaki ortalama hava sıcaklığının 0,74 derece arttığı, önümüzdeki yüzyıl içinde de 1,8 ile 4 derece daha artacağı vurgulanıyor.

Raporda, liderlerin önceliği “çevrenin zararına kalkınma”ya değil, “kalkınma için çevreye” vermeleri isteniyor, aksi takdirde insanlığın geri dönemeyeceği bir yola gireceğine dikkat çekiliyor.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Şenlik bitti: Küre ısınıyor ...............

12.02.2008 Cumhuriyet / Osman NAMDAR

Doğa, ilk haline, kontrol edilemez duruma dönüyor, insan egemenliğinden kendini kurtarıyor

"Hazırım gelecek olan kargışa

son leylekler gitti. Az kaldı kışa;

duydum; tıkır tıkır ölümün saati."

Ahmet Oktay

N e kadar gelişmiş bir uygarlığa sahip olduysak doğadan o kadar uzaklaştığımız görülüyor; gelişmişlik sandığımız bu durumun insansoyuna sunduğu en büyük ödül de bireysel ve toplumsal acılarımızın artışı. Anlam ve çağrıştırdıkları açısından çok karamsar bir tümce bu. Ama ister istemez böyle düşündürtüyor içinde yaşadığımız çağ.. Şimdiden yazıyı okumaktan vazgeçebilirsiniz.

İnsanın yeryüzünde boy göstermesiyle birlikte, doğayla mücadelesi de başlamıştır. 150 bin yıl boyunca bu mücadelede doğanın sözü geçmiştir hep. Günümüzden 10­12 bin yıl önce tarım devrimiyle birlikte insan, doğa üzerinde yavaş yavaş egemenliğini kurmaya başlamış, sonra daha hızlı olarak da doğa üzerindeki bu egemenliğini perçinlemiştir. Tarım alanları açmış, ormanları yakmış, suların akışını değiştirmiş, saraylar, kentler kurmuş ve son olarak endüstri devrimiyle de doğaya karşı zaferini taçlandırmıştır. Ancak bu zafer, doğanın yıkımını daha da hızlandırmış, iklimleri değiştirmiştir. Süreç, dünyanın yavaş yavaş ısınmasına doğru yol almaktadır. Kaygılarımız dün erozyon üzerineydi, bugün küresel ısınma üstüne.

Öyleyse nedir bu küresel ısınma denen şey? Şöyle özetlenebilir belki: Atmosferi oluşturan ozon, karbondioksit, kloroflorokarbon grubu ve metan gibi gazlar, güneşten gelen ısının bir kısmını tutar ve yeryüzünün ısısının dengede kalmasını sağlar. Bu denge sayesinde nehirler, okyanuslar belirli bir sıcaklık düzeyinde kalır. Bu özelliğe sera etkisi deniyor. Bu dengenin korunmasında karbondioksit çok önemlidir. Günümüzde atmosferdeki karbondioksit miktarı enerji kullanımı ve hava kirlenmesine bağlı olarak hızla artmaktadır. Bu artışta enerji kullanımı ve sanayinin etkisi yüzde 75, ormansızlaşmanın ve tarımın etkisi yüzde 25 civarındadır. Atmosfere karbondioksit salınımında sanayileşmiş dediğimiz ülkelerin payını siz düşünün artık.

Atmosferdeki, karbondioksit ve ısıyı tutan diğer gazların miktarındaki artış, atmosferin ısısının yükselmesine, güncel deyimle küresel ısınmaya neden olur. Küresel ısınma ise buzulların erimesi ve okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar ve bu sonuçlara bağlı olarak da iklim değişmelerine yol açacaktır. Kaygı bundan kaynaklanmaktadır.

İklim değişiklikleriyle, bitkisel üretimde yeni maliyetler ortaya çıkacak, dünya gıda üretim düzeni bozulacak, milyonlarca yoksulun üstündeki açlık baskısı daha da artacaktır. Hastalıklar daha farklı bölgelere yayılacaktır; çünkü mikroplar ve mikropları taşıyan canlılar da yaşam alanlarını değiştirecek (Taşıyıcılar, bugün uyum sağladığı bölgelerin ısısı ve doğal çevresi değiştiği için kendine uygun başka bölgelere göç edecek) karşılaştıkları direnç geliştirmemiş canlılar üzerinde daha öldürücü hastalık yapacaktır. Şimdi var olan türlerin birçoğu hızla yok olacak, yeni uyum için yüzlerce, binlerce yıl gerekecektir. Şu gerçek de artık biliniyor: Ekosistemlerde yıkım başlayınca artık geri dönüşü yoktur.

Ekosistemlerin (çevredizgelerin) oluşması yeryüzünde yüz binlerce yıllık evrimin sonucudur. Bir tür veya ırkın yaşadığı bölge, o tür ya da ırkın yaşayabileceği en uygun bölgedir ve yüzyıllar boyunca süren evrim sonucu o bölgeye uyum sağlamışlardır. Ama o uyumu sağlayıncaya kadar nice atalarını kurban vermişlerdir doğaya. O coğrafya, o ırk ya da türün "en iyi" yaşam alanıdır.

Dünyanın nüfus yükü arttıkça, lüks tüketim ve konfor arzusuyla daha çok tüketim nesnesi peşinde koşmaya başladı insansoyu. Bu açgözlülük yüzünden yıkım daha bir hızlandı. Üretim artışı ve verimlilik gibi hayallerle bölgesel ırklar ve türler yerine daha verimli(!) ya da üretken(!) ırk ve türler yetiştirildi. Hayvancılıkta da bitkisel üretimde de böyle yapıldı. Ülkemizde de hayvan ıslahında yerli ırkların yerine, Avrupa'nın koşullarına uygun ırklar getirildi ve nerdeyse son otuz yılda birkaç milyar dolar para ithalata gitti. Bu hayvanlar bir türlü uyum sağlayamadı. Elde kalanlar da ülkemizin çevre koşullarında dayanıksız. Oysa, tırnak yapısının sağlamlığından, meme dokusunun sağlamlığına, hastalıklara dayanıklılığından kuru otlarla bile beslense ürün ve yavru verebilme özellikleriyle yerli ırklarımız hiç göz önünde bulundurulmadı. Bitkisel üretimde de aynı durum söz konusu. Döl vermeyen melez tohumlardan, genetik yapısı değiştirilmiş tohumlara kadar tamamen dışa bağımlı bir yapı oluşturuldu. Yapılan ıslahlarla dayanıklı, pazar şartlarına uygun(!) denen sebze ve meyvelerle dolu tezgâhlar. Ama ani ısı değişikliklerinde hemen ölen bitkilerden elde edilen, iki günde buzdolabında çürüyen, tadı tuzu olmayan sebze ve meyveler sardı ülkemizi. Ama kuraklık tehdidiyle karşılaşınca anladık yerli hayvan ırklarıyla, yerli bitkilerimizin değerini. Gerçi uyduruk gen kaynaklarını koruma projeleri aracılığıyla kimilerine makam, kimilerine de doktor, profesör unvanları sunduk. Gerçi proje kapsamında korunacak hayvan ya da bitkimiz kalmamıştı ya, olsun! Şimdi, Kemer patlıcanını, Yuva kavununu arıyoruz tezgâhta. Kara İnekle Sarıkız'ı arıyoruz, ama bulsak bile onları ahıra çağıracak teyzeler de kalmadı.

Doğada, belirli alanlarda bulunan canlıların oluşturduğu gen havuzu bozulduğunda, yeni bir dengenin oluşması yüzlerce, binlerce yıl alır. Dünyanın dengesinin bozulması ise ancak yüz binlerce yılda, bambaşka bir dengenin kurulmasıyla sonuçlanabilir. Buzul çağı bu akışın bozulduğu büyük dönüşümlerden biridir. Küresel ısınmanın getireceği sonuç bu açıdan değerlendirilirse getireceği yıkım göz önüne getirilebilir.

İşte bu yüzden ölümün soğuk soluğunu ensemizde hissediyoruz şimdi. İnsan üretim araçlarını geliştirerek doğaya karşı kazandığı zafer, ancak 10 bin yıl sürdü. Şimdi doğa, ilk haline, kontrol edilemez duruma dönüyor, insan egemenliğinden kendini kurtarıyor. Belki diyalektik bakışla, her zafer içinde bir yenilgiyi de barındırır diye düşünebiliriz. 10 bin yıllık egemenlik ve iki yüz yıllık zafer sarhoşluğunun sonuna geldi insansoyu. Teknoloji ile elde ettiği uygarlık saçmalığının bizi yıkıma götüreceğini söyleyenlere kulak tıkayarak geldik bugüne. Yakıp yıktığımız, talan ettiğimiz doğa, yine eski günlerdeki gibi baş edilemez olmaya doğru ilerliyor.

Modern dünyada, endüstri devriminden sonra daha önceki dönemlere göre ücretli kölelikle artarak süren sömürü, insanın doğa üzerindeki tahakkümünün en azılı, en dayanılmaz aşamasıydı. Bu yoğun saldırı karşısında doğanın canı çok yandı ve kan kaybediyor artık. Yaktığımız ateş söndürülemez oldu ve bizi de yakacak. Dünyanın öbür ucunda olan bir yıkım veya doğaya verilen zarar, bu ucunda bizi de etkiliyor. Doğa bir beden gibidir çünkü ve fizyolojik bir bozukluk tüm bedeni etkiler.

Korku tellallığı değil bu. Olacakların öngörüsü. Çünkü Ahmet Oktay'ın dizeleriyle söylersek, "Yaşadık; hem iyiydi tarih hem kötü; / bir bilgelik damıttık acılardan / ordan kalma gözlerdeki ürküntü."

Bu yazıyı yazdım, belki bir kişi okur da bu arsız yapılan sömürüye karşı duyarlığı gelişir diye. Belki hâlâ zamanımız vardır diye. Ve kendime bir teselli olsun diye. Yine Ahmet Oktay'ın dediği gibi "çünkü sadece yazmak tesellidir / çektiğimiz acıya bu dünyada."

Doğa, ilk haline, kontrol edilemez duruma dönüyor, insan egemenliğinden kendini kurtarıyor


Devamı İçin Tıklayınız...>>

son 10 yıl .....!

28.01.2007 Sabah / Sonat BAHAR

Gezegenimizi korumak için yıllarımız sayılı ! Açık Radyo'nun kurucusu Ömer Madra'nın anlattıklarına bakılırsa durum gerçekten de çok vahim. Madra'ya göre küresel ısınma felaketine dur diyecek son kuşak biziz.
2015'ten sonra bambaşka bir gezegenden bahsedeceğiz.

Gezegenimizi korumak için yıllarımız sayılı! Açık Radyo'nun kurucusu Ömer Madra'nın anlattıklarına bakılırsa durum gerçekten de çok vahim. Madra'ya göre küresel ısınma felaketine dur diyecek son kuşak biziz. 2015'ten sonra bambaşka bir gezegenden bahsedeceğiz.

'Stadı ısıtacaklarına evlerindeki ampulü değiştirsinler'

Açık Radyo'nun kurucusu Ömer Madra, yıllardır dinleyicilerini küresel ısınma konusunda bilinçlendiriyor. Madra'nın çizdiği tablo hiç de iç açıcı değil: "Tuz Gölü tuz çölü olacak, Antalya'da turizm yapılamayacak, seller çoğalacak".

Acayipleşti havalar bir güneş, bir yağmur, bir kar... atom bombası denemelerinden diyorlar stronsiyum 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete kapısını çaldığımız büyük hasrete kendi ülkemizle yarıştayız gülüm ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm

Nâzım Hikmet yıllar öncesinden bu günleri tahmin edip mi yazdı bu şiiri bilmiyorum ama gerçekten de dediği oluyor. Havalar bir acayipleşti... Türkiye, Avrupa ülkeleri ve ABD'de son yılların en sıcak kışı yaşanıyor. Ocak ayında bahardan kalma günler yaşanması ilk başlarda insanların hoşuna gitti ama artık korkutuyor. Üstelik bu korkular yersiz de değil. 10 yıldır durmaksızın küresel ısınma konusunda radyo aracılığıyla dinleyicilerini bilinçlendirmeye çalışan Ömer Madra ile konuştuk. Madra'nın dünyanın önde gelen bilim insanlarının raporlarıyla anlattığına göre durum vahim...

- 10 yıldır küresel ısınma konusunda insanları bilinçlendirmeye çalışıyorsunuz. Dilinizde tüy bitti mi?
- Bitti elbette. Ama konuşmaktan ve sürekli mücadele etmekten başka yol bilmiyorum. Ben yanımda torunumun resmiyle dolaşıyorum, ümidim kırıldığında o resme bakıp baştan başlıyorum. Bilim insanlarının söylediklerine inanıyorum ve onların söylediklerine göre torunumun veya benden sonraki kuşağın bunu düzeltecek şansı yok. Son kuşak biziz. Bu zayıf omuzların üzerine bu yük yüklenmiş. NASA'dan James Hansen 10 senemiz olduğunu söylüyor ve bu iyimser bir yaklaşım. İklim değişikliğini dünyaya ilk söyleyen, küresel ısınma olgusunu, arkadaşlarıyla birlikte ilk modelleyen insan Hansen. Diyor ki: "Böyle giderse, hiçbir şey yapmadan 'Böyle gelmiş böyle gider,' senaryosuna göre gidersek, 2015'ten sonra başka bir gezegenden bahsedeceğiz."

DÜNYA BÖYLE SICAKLIK GÖRMEDİ

- James Hansen'ın bahsettiği nasıl bir dünya?
- Tek kutuplu bir dünya. Kuzey Buz Denizi'nin uzaydan çekilmiş fotoğraflarına baktığımızda orada artık bir buz denizi olmadığını, sadece Güney Kutbu'nda buz olduğunu göreceğiz. Hansen "1 milyon yıldan beri dünya en sıcak noktasına çok yaklaştı," diyor. Bu tür bilimsel raporları nasıl dikkate almayız? Dünya bu boyutlarda bir sıcaklık görmemiş ki! Öngörüde bulunacak, modelleme yapacak veriye sahip değiliz bu durumda. Belki de iyi olur!.. Hoş, iyi olacağını sanmam ya!..

- Bu biraz komplo teorisi değil mi?
- "Şehirler ısı adası oluşturuyor, asfalt emiyor, bu nedenle sıcaklık yüksek görünüyor," deniyordu. Yani, ısınma gerçek olsa bile, bunun insan faaliyetlerinden, yani araba egzozlarından, ev ve fabrika bacalarından, uçaklardan vb. kaynaklanmadığı, daha çok doğal-çevrimsel olduğu gibi 'bahaneler' üretilmekteydi. Ama bir türlü kış gelmeyince, ayılar kış uykusuna yatmayınca, kar yağması gereken yerlerde kar yağmayınca artık anlaşıldı ki bu bir komplo teorisi değil. Petrol devleri, otomotivciler kârları azalacağı için 'inkâr endüstrisi'ni ve propaganda mekanizmasını çalıştırıyorlar. Sıradan insanlar da onlara uyuyor ve kabullenmeyi reddediyor, çünkü rahatından vazgeçmek istemiyor.

İNSANSIZ BİR DÜNYA...

-Bireysel olarak ben de suçluyum yani...
- Hep tüketelim, Maldivler'e gidelim, muazzam inşaatlar yapalım, her şeyi daha bol tüketelim, yazlıklar alalım, bahçeleri, ısıtalım, hatta göğü ısıtalım istiyoruz. Böylece de sorumluluktan kaçıyoruz. Bilim dünyasında etkili isimler arasında daha kötümser olanlar, hatta "Artık çok geç," diyenler de var. Yani Hansen iyimser bir yaklaşım içinde aslında. Sadece 10 yılımız kaldı diyen bir insana 'iyimser' demek de insanın içini bir hoş etmiyor değil doğrusu. Ama, küresel iklim değişikliği, çağdaş medeniyetimizin üstüne bir tsunami gibi geliyor aslında. Ne kışlar kışa benziyor, ne dağlar dağa benziyor. Her tarafı seller götürüyor. Ama, bütün bunlara rağmen olayı kabullenmiyoruz ve en büyük suçumuz bu.

- Daha kötü senaryolar da var yani...
- Tabii ki, tabiat ana teorisini ortaya atan en önemli bilim adamlarından James Lovelock'a göre iş işten geçti. Atmosferde karbondioksit ve benzeri sera gazları birikmesiyle artık eşik aşıldı, geri döndürülmez bir noktaya gelindi ve dolayısıyla bedeli ödenecek. "Hayli insansız bir dünya olacak," diyor. Yani tümüyle yok olmayacak ama 6.5 milyardan sadece kuzey kutbunda 500 milyon kadar insan kalacak. Geri kalanı kuraklıklardan, denizlerin su basmasından, susuzluktan ya da açlıktan kitleler halinde ölecek. Kuzey Kutbu serin ve vaha gibi olacak diyor. Ayrıca, "Bu yüzyıl bitmeden bunu göreceğiz," diyor. Bunları, vasiyet gibi kaleme aldığını düşündüğüm son kitabında açıklıyor. Bu, yetkili bilim insanları arasında benim gördüğüm en kötümser yaklaşım.

SONU, ELLERİMİZLE HAZIRLADIK

-İklim değişikliğine ilişkin son bilgiler neler?
- Dünyanın bu konudaki en önemli insanları; meteorologlar, coğrafyacılar, iklim bilimciler birçok rapor yayımladı. IPCC diye adlandırılan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli'nin şubatta yayımlanacak raporuna göre; artık küresel ısınmanın insan eliyle olduğu, bu konuda tereddüde yer olmadığı açıklanacak. Bu çok önemli. Bilim camiası gece sıcaklığının yükseldiğini açıklayacak; yani güneşteki lekelerle ilgisi yok, karaların yanı sıra okyanuslarda da aynı derecede ısınma gözlendiğine göre şehirlerdeki ısı adalarıyla da ilgisi yok.

-Bu sözünü ettikleriniz çok korkutucu...
- Evet de, ecele faydası var mı dersiniz? Daha da ürkütücü olan şey şu belki: Bilim insanlarının 'pozitif geri besleme' etkisi dedikleri bir 'kısır döngü' süreci devreye giriyor. Örneğin güneş ışınlarının yansıtma gücü. Beyazken güneş ışınlarını yüzde 90 - 95 oranında geri yansıtan buzullar eridikçe, alttan lacivert deniz ya da kara kaya parçası çıkıyor. Daha koyu renkli olan bu yüzeyler güneşi geri yansıtmıyor, aksine 'emiyor' ve böylece daha çok ısınıyor. Artan ısınma yüzünden buzullar daha çok eriyor ve bu böyle sürüp gidiyor... Tam bir kısır döngü. İşte, böylece üstümüze son hızla bir tsunami geliyor.


Devamı İçin Tıklayınız...>>
 
Clicky Web Analytics