ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BEŞ PALAMUT



(wowturkey.com , halily )
Beş Palamut , Antalyanın kuzeyinde kurşunlu şelalesinin batısında bir yer.
Antalya deyince genelde aklımıza deniz kum güneş gelir.
Fakat Antalya değişik kültür ve toplulukların da yaşamış olduğu bir şehirdir.
Bu kültür toplumlarından biri de yörüklerdir.
Yörükler yazları yaylalara , kışları sahile inerek sürdürdükleri yaşamlarında , değişik konaklama yerlerinde göçlerini dinlendirerek yurtlarına ulaşırlardı.
Honamlı yörüklerinden Çoşlu obası için bir kültürel belgesel araştırması sırasında sık sık konuşmaların arasında geçen "beş palamut" konaklama yerini incelemeye gittiğimde çok etkilendim ve oradaki asırlık palamut ağaçlarını ve konaklama yerini sizlerle paylaşmak istedim.



Yörükler keçi kılından yaptıkları çadırlarında yaşam sürdürdükleri için yıllar sonra onların izlerini bulacak herhangi bir yapı bulunmamakta. Çadır bu , kaldırıp gidersin , yerinde bir kaç güne ot biter izler doğaya karışır gider.
Etrafı çam ormanları ile kaplı Beşpalamut'ta ki küçük ovacıkta bulunan su kuyuları Çoşlu yörüklerinin izlerini bulmaya yardımcı olmaktadır. Su kuyularının içinde hala su var ve hala gelen geçene bir kova su verebilmekte.
Bu ovacıkda dolaşırken oradaki bir dönem buralarda konaklayan Çoşlu yörüklerinin göç katarlarındaki hayvanlarının, gelinlerinin, kızlarının seslerini duyar gibi mistik bir havaya girebiliyorsunuz. Belkide yanınızda getirdiğiniz soğuk yiyeceklerinizi bir palamutun gölgesinde yiyerek geçmiş dönemlere dalıp göç katarındaki çanların seslerini bile hissedebilirsiniz.



Acı bir gerçek daha var ki , bu bizim doğayla inadına savaşımız sanki. Koruyamıyoruz güzel olan birşeyleri.
Asırlık o güzelim palamut ağaçlarına Çoşlu yörükleri o kadar gelip geçtikleri halde hiç bir zarar vermemişler.
Ama ne zaman ki yörüklerin patika yollarının yerine araba geçecek bir yol yapılmış o zaman felaket başlamış. Güzelim palamutlar kesilip kamyolara yüklenip birileri tarafından odun yapılıvermiş.

Bazı düşüncesiz insanlarımız sanırım doğal güzelliklerimizin değerini ancak onları kaybedince anlayacak. Yada bunları düşünebilecek kadar da duyarsız olarak yaşayıp gidecek.





( Bu güzel yazı ve fotoğraflara wowturkey.com sitesini gezerken rastladım... O kadar güzellerdi , anlattıkları o kadar anlamlar yüklü idi ki , " halily " takmaadı ile ile yayınlanmış bu nefis yazıyı ve resimleri burada sizlerle paylaşmak istedim.. )


Devamı İçin Tıklayınız...>>

Ardıç kuşu ağacını terkedince...


Bir Ankara öyküsüdür bu.... Belediyeden kaçan kaşıkçı ile Ankara'da işi olan birinin raslantısı sonrası gelişen sohbet... İşte haber:



Ankara' da işim uzamıştı. İstanbul' a dönüş için aldığım biletimi değiştirmem gerekiyordu.

Öğle arasında Sıhhiye' deki otobüs yazıhanesine gidip biletimi erteletmek için acele ediyordum. Kalabalıkta koşarak yazıhaneye ulaşmaya çabalarken çarpıştık o yaşlı adamla.

Sendeledi; elindeki büyük sepette bulunan tahta kaşık, maşalar yola saçıldı.

Sanırım o da belediye zabıtasından kaçıyordu.

Kısa süren şaşkınlıktan sonra adamın kalkmasına, yola saçılanları toplamaya yardımcı oldum. Heyecanlanmış, rengi solmuş, nefes nefese kalmıştı.

Sakinleşmesi için koluna girip yol kenarındaki banka oturmasını sağladım.

Savrulan kaşık ve maşaları toplayıp ben de yanına oturdum. Sepetten dağılanları yerine dizip bir yandan da " bırakmıyor şu belediye zabıtaları üç kuruş para kazanalım. Eve katkımız olsun " diyerek söyleniyordu. Tahta kaşıkları dizmesine yardım etmeye çabalarken " Dur hele, şimşir ve ardıç olanları diğerlerine karıştırma " diyerek engel oldu.


—Hepsi tahta kaşık işte, ne fark eder?


Olur mu beyim? Şimşir ve ardıç ile ıhlamur, gürgen bir olur mu?


—Bilmem. Görsem ağaçlarını bile tanımam herhalde. Ne fark var aralarında?


Eline aldığı kaşıklardan birinin sırtını parmaklarıyla okşayarak bana doğru uzattı:


-
Ardıç, şimşir sert ağaçtır. Kolay bırakmaz kendini, işleyesin. Zordur ardıçtan kaşık çıkarmak. Ama evlâdiyeliktir. Senelerce kullanırsın. Ihlamur gürgen ise yumuşaktır. Kolay işlersin ama çabuk yumuşar, dayanmaz.


Daha sonra Sivas' ın Hafik ilçesinde çiftçilik yaptığını, sağlık sorunları nedeniyle kızının yanına Ankara' ya yerleştiğini, evin geçimine katkısı olsun diye kaşık ve maşa yapıp işportada sattığını anlattı. Özellikle ardıç ağacının zor bulunduğundan yakındı. Elindeki maşayı eliyle okşayarak


"-Ardıç kuşu ağacını terk etti. Bir araya gelmeleri çok zor, artık " dedi.

Anlamamış gözlerle bakmış olacağım ki açıklama yapma ihtiyacı duydu:


-
Beyim, ardıç kuşunu bilmez çoğumuz. Bilenler de unuttu, gitti. Ardıç ağacı yabanidir. Öyle tohumundan üretemezsin, çeliklemeyle de olmaz. Ağacın üremesi meyvelerinin ardıç kuşu tarafından yenilip pisliği ile atılmasına bağlı. Ağacın tohumu ancak o zaman filizlenebilir hale gelir.


—Yani bu kuş olmazsa ardıç ağacı üreyemiyor, öyle mi?

Evet, aynen öyledir. Bunlar biri birine mahkûm sevdalılardı.


—Peki, sonra ne oldu, kuşlar mı azaldı?


Kuşlar azalmadı, hatta çoğaldılar bile. Ama şehirler büyüdükçe çöplükleri de büyüdü. Kuşlar ardıcın meyvelerini yemektense çöplükten beslenmenin daha kolay olduğunu keşfettiler. Ardıç kuşu ağacını unuttu. Şimdi kentlerin kasabaların çöplüklerinde yaşıyorlar. Ardıç ağaçları ise kayboluyor gözümüzün önünden.


Elindeki kaşığı, diğerlerinin arasına yerleştirdi. Sepetine tekrar göz atıp çıkardığı maşayı bana doğru uzattı:

Bak bu ardıç. Çürümez, nemlenmez. Eskiden ölüleri gömdükten sonra mezarlara konulurdu. Çürümediği için mezar çökmezdi. Son yolculukta arkadaştı, insanlara. Şimdi kıymete bindi. Mezarlarda yumuşak ağaçları kullanıyorlar.


—Olsun, aynı işi gördükten sonra varsın dayanıksız olsun.


Şehirliler de hep senin gibi konuşuyor beyim. Herkes ardıç kuşu gibi zahmet çekmektense çöplükten kolay geçinmenin, kolay yaşamanın yolunu arıyor. Ardına bakmıyor. Çocuklarım ile kasabada yanımda kalmaktansa ardıç kuşu gibi şehirde daha kolay yaşandığını görüp uçup gittiler. Sorsan hallerinden çok memnunlar. Ama geride bıraktıklarını bilmiyor, görmüyorlar.


—Sonunda sen de gelmişsin işte şehre! Buradan medet umuyorsun.


Ama ben ardımda kalanların farkındayım. Şehirde emeğin hiç değeri yok. Her şey bol, kolay ve ucuz. Biraz paran olsun emek vermeden yaşayıp, geçip gitmek mümkün bu şehirde.

—Ne var bunda, şehirler hep böyle?


Sustu bir süre. Kafasını sağa sola sallayıp kendi kendine söylendi:


"
Sevgi yok beyim. Şehirde sevgi yok! İnsan emeğini sever. Ben bu kaşıkları tek tek elimde yapıyorum. Beğeninceye kadar uğraşıyorum. Kızımın evine katkım olsun diye satıyorum ve bu beni mutlu ediyor. Elimin emeğinin beğenilip bir yerlerde kullanıldığını bilmek hoşuma gidiyor. Şehir insanı ise emek vermediği için sevmesini de bilmiyor. Ardıç kuşu gibi yaşıyor, semiriyor, ürüyor ama geride kalan ardıç ağacının çektiği acıyı bilmiyor, görmüyor. Görse bile anlamıyor. "


Bir süre daha konuşmadan oturduk o bankta.

Ardıç ağacından yapılmış bir çift kaşık satın almak istedim. Sepetine göz atıp seçtiği kaşıkları gazete kâğıdına sarıp uzattı.

Söylediği fiyattan fazla para vermek istedim; ederinden fazlasını almadı.

Sepetin ipini omzuna atıp, kucakladı. Helâlleştik. Sıhhiyeye doğru ağır adımlarla yürüyerek şehrin kalabalığında gözden kayboldu.


(Bu öyküyü " Moral Haber'den aldım..)

............................................................................................


Doğada yerinden oynatılan her taş , yuvası bozulan her kuş , tarlalarımıza attığımız zehirli ilaçlar , ekolojik kirlenme , bitki ve hayvan türlerinin hızla yokoluşu , aslında bizim gelecekteki yaşam ortamımızı yok eden davranışlar değil mi ?

Keneler afet gibi sardı ortalığı ..Nedenleri konusunda rivayet muhtelif...Kimisi , geçen yıllarda kuş gribi kampanyaları ile panik yaratarak telef ettirilen tavuk ve benzerlerinin ortadan kalkmasıdır sebep dedi..Kimisi de tarlalalara atılan zehirli ilaçların kuş türü hayvanları öldürdüğü için kene populasyonunun patlama gösterdiğini söylüyor..

KKKA taşıyan kenelerin bir biyolojik silah denemesi olduğu da konuşuluyor..Dedik ya..Rivayet muhtelif...




İzmir Çatalkaya 'da ağaçlandırma çalışmaları yapılırken , dozerle yapılan toprak işlemesi sırasında , yılanların zarar görmesi nedeniyle ,ertesi yıl ağaçlandırma sahasında fare populasyonunda afet halinde bir artış meydana gelmişti..
Fareler kemirgen yaratıklardır bilirsiniz.. Ağaçlandırma sahasına dikilen fidanları kemirerek kurumalarına yol açmışlardı..Doğal düşmanları ortadan kalktığı için , zorunlu olarak zehirli ilaç kullanarak fare populasyonu azaltılabilmişti..
Yılanları kötü canlılar olarak algılamamışımdır hiç..Ama O yıldan bu yana daha da sempatik bulduğumu söylemeliyim.
Bitki ve hayvan hastalıklarına yol açan zararlıların son zamanlarda iyice artmasının nedeni ,bunların doğada bulunan doğal düşmanlarının yokolmasıdır.

"Arıları iyi izleyin " demiş Einstein..."Arıların kaybolması , dünyanın sonu demektir"

niye ,hiç düşündünüz mü?

Meyve ağaçlarımız, zeytin ,narenciye vs ağaçlarımız ve benzer bitkiler bol miktarda çiçek tutuyor ,ama çiçekler meyveye dönüşmüyor..

Çiftçi amca diyor ki "ne kadar çok çiçek vardı ...Hiç meyve tutmadı ağaçlar bu sene...."


Çoğu nedenini biliyor...Arıların kitlesel ölümlerinden kaynaklanıyor bu kısırlık....

Ne ilgisi mi var ?

İlgisi var tabii ki. Şöyle :

Bitkiler ayrı ayrı ağaçlarda ya da aynı ağaç üzerinde genellikle erkek ve dişi çiçekler oluşturur..

Meyvenin oluşması için ,erkek çiçekte üretilmiş çiçek tozlarının (polen ) , dişi çiçeğin pistil denilen üreme organına ulaştırılması gerekir...

Bunu genellikle uçucu canlılar , kuşlar çoğunlukla arılar , ve rüzgar sağlar...

Arıların ilaç ,ekolojik kirlilik ve diğer nedenlerle yitip gitmesi ,meyve ve tohum tutumunu ,gıda üretimini , ve özünde de bitkinin üremesini etkiler..

Bunun ne demek olduğunu anlatmaya gerek var mı ?

Öyküde bahsedilen ardıç kuşu ile ardıç ağacının ilişkisi ise çok ilginçtir.Kuşların badem ve bir çok ağaç tohumunun uygun yerlere ulaştırılıp çimlenmesindeki rolünü biliyoruz.Ardıç ağacının tohumu sert odunumsu bir kabuğa sahiptir.Toprağa düştüğünde , tohum bu sert kabuk nedeniyle çimlenemez.Ve bu tohumdan yeni bir bitki de meydana gelemez bu sebepten..

Ancak bu engelin giderilmesinde ardıç kuşunun hayati rolü vardır.Ardıç kuşu bu ağacın meyvesini severek yer.Taşlık ve sindirim sistemindeki öğütme işlemi sırasında ,ardıç kuşunun sindirim salgılarındaki maddeler , tohumun bu sert kabuğunu yumuşatır ve inceltir.. Dışkı ile kuşun vücudundan dışarı atılan tohum , toprağa ulaştığında artık ,çimlenmeye ve yeni bir ardıç ağacı meydana getirmeye hazırdır.

Toroslarda , doğada gördüğünüz o yüzlerce yıllık ardıç ağaçları işte bu şekilde dünyaya gelmişlerdir. Ardıç ağacının üremesi için arı kuşunun mutlaka devreye girmesi gerekir.Bunun başka bir yolu da yoktur.


Öte yandan , Toroslardaki sevgili ardıç ağacını terkederek kente akın eden , çöplükte kolay yaşamı seçen arı kuşu örneği , eminim ki günümüzün çarpık sosyal yapısına da çok etkileyici göndermeler yapıyor , ne dersiniz ?


........................................................................................

Tam üstte okuduğunuz yazıyı hazırlamıştım , gazetelere bir göz atmaktaydım ki Akşam gazetesindeki şu haber dikkatimi çekti...

Konuyu biraz daha detaylandıran bir haber :


ARILAR KAYBOLUNCA KIYAMET KOPAR MI ?




Son 3 yıldır kaybolan arılar, dünyanın bir numaralı gündem maddesi haline geldi. Şimdiye kadar dünyadaki balarılarının 4’te birinin ortadan yok olduğu tespit edildi.İlk başlarda küresel ısınma, kene ve tarım ilaçlarının üzerinde duran bilim adamları olayların gizemli bir virüs sonucunda yaşandığını ortaya koydu. ‘Kovan sönmesi sendromu’, “Dünyanın sonu yaklaştı mı?” sorusunu da beraberinde getiriyor.Çünkü, arılar 130 bin bitki türünün döllenmesini sağlıyor. Çiçekli bitkiler, döllenme sonucunda ürün veriyor.
Albert Einstein’ın “Arılar yok olduktan 4 yıl sonra da insanlık yok olacak” tezi de böylece gerçekleşecek. Şimdiden mahsullerde düşüş var. ABD’de salatalık üretimi yarı yarıya azaldı.Türkiye de tehlikede TÜRKİYE dünya balarısı nüfusunun yüzde 8’ine sahip. 2005’te Hatay’daki arılarda yüzde 52 oranında düşüş yaşandığı açıklanmıştı.Arı ölümleri devam ederse Türkiye’deki elma, vişne, fındık, kayısı ve ayçiceği gibi ürünlerin üretimi ciddi oranda düşecek.


Devamı İçin Tıklayınız...>>

KIZKARDEŞİM AĞAÇ

Ömer AKŞAHAN
-Mevsimsiz-


Her kitapseverin yaptığı gibi, hem internetten, hem yazılı basından çok satan kitaplar listesi okur, fırsat buldukça kitapçıları dolaşırım. Bilgiye olan açlığımı doyuracak yeni yapıtlar ararım. Kitabın yargılandığı -hem de yazarın yaşına, başına bakılmaksızın- bir ülkede mutluluğu kitaplarda bulmaya çalışırım. Çok mu bu isteğim, ne dersiniz? Oysa bakın, bu yıl öğrencilerin bir dönemde kaç kitap okuduğu, bunların hangi kitaplar olduğu karnesiyle velisine duyurulacak! Kitap adına, alkışlanacak bir uygulama değil de nedir?

Konya’ya yola çıkmadan önce okumak için kitaplığımı karıştırırken gözüme Ernst Fischer’in “Sanatın Gerekliliği” ilişti. 1974 yılında satın aldığım -ilk baskı- bu kitabı yeniden okumama neden olan ilk cümlesi; “Onsuz edilemeyen bir şeydir şiir – ama neden onsuz edilemez bir bilsem.”diyordu Jean Cocteau. Bir çoğumuz kitap satın alırken arka kapak yazısını okur, çoğumuz için bu sayfa önemlidir. Ancak daha önce satın aldığınız bir kitapsa ve uzun zaman önce okuyup bir köşeye iliştirdiğinizse onu yeniden okumak için arka kapak yazısına gerek yoktur. Doğrudan içine girer ve ilk cümlesinin sizi yakalamasını beklersiniz, benim Fischer’in kitabında yaşadığım gibi.

Her kitap bir serüvendir. Fikrin doğuşundan basımına değin yaşanan onca ilginç olay, adeta tiyatro kulisinde yaşananlara benzer: Güç, iktidar, aşk, aldanma, aldatılma, yanılma, çalma, sözünde durmama, ne ararsan vardır. Eğer bir kitabın perde arkası yazılabilseydi, kim bilir asıl kitaptan daha çok satardı. Aşağıda vereceğim örnek yanılmalar konusunda güzel bir örnek olabilir:

“Bir gün Paris’te bir yayınevinin kapısından 14-15 yaşlarında bir çocuk girer. Koltuğunun altında bir tomar kağıt vardır. “Şiirlerimi kitap halinde bastırmak istiyorum.”der.

Yayınevi sahibi gülümsemeden edemez. Ancak kendine pek güvenir görünen bu çocuğu kırmamak için,

“Şiir kitapları pek satılmıyor oğlum, bu nedenle basamam.”der. Genç şair kendine güvenerek,

“Benim şiirlerim satılır.”der ve ekler,

“Yazık, hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız bundan sonraki eserlerimin yayın hakkını size verecektim.”

Bu çocuk ileride dahi bir şair ve romancı olacak Victor Hugo’dan başkası değildir.(1)

Sözü Fischer’den açtınız ama son zamanlarda sizi ağaçlar üzerine yazmaya iten şey neydi, derseniz; yanıtım bir psikolog kadar etkili olmasa da çocukluğuma yaptığım kısa yolculuklar diyebilirim. Öyle ya, onlar da hastalarının çoğu ruhsal sorunlarının çözümünü geçmişte aramıyorlar mı? En iyisi onlar söylemeden ben itiraf edeyim, dedim, n’olmuş yani. Hatta anneme olan özlemimi ağaçlarla özdeşleştiriyor da olabilirim. Rahmetli ağaçları hastalık derecesinde severdi. Küçücük bahçemizde yetiştirmediği ağaç türü kalmamıştı. Nerden buluyorsa bir üzüm çubuğunu hemen ilk gördüğü yere sokuştururdu. Hepsi de maşallah tutmuştu. Bildiğim kadarıyla yedi çeşit üzüm asmamız vardı. Bunların arasında en çok pembe razakı üzüme bayılırdım. Toprağına ışık yağsın rahmetlinin.

Şeker bayramının üçüncü günü erik bahçemize gittik. Güz incirleri topladık, çıtlık topladık. Hormonsuz olduğu için her birinin tadı bir başkaydı. Kendimizi ödüllendirdik. Ne zaman bahçeye gitsek eşimin mutluluğu bir kat daha artıyor, sağlık sorunlarını unutuyor, neşeleniyor. Heyecanla ağaçların arasında dolaşıyor. Ağaç sevgimiz orada doruğa çıkıyor dersem abartmış olmam. Herkese de ağaçlarla dost olmayı, onlarla konuşmayı öneririm. Geçmiş toplumların tarihinde, sosyal yaşamlarında ağacın ne denli önemli olduğunu bilirdim de aşağıda okuyacağınız ölçüye ulaşacağını düşünemezdim.

“Djagga zencileri ağaç kimin toprağında yetişmişse o adamın kızkardeşi sayıyorlar ağacı. Ağacı kesme hazırlığını bir kızkardeşin düğün hazırlığı gibi yapıyorlar. Ağacın kesileceği günden bir gün önce ona süt, bal vb. getirip “mana mfu (giden çocuk), kızkardeşim sana bir koca veriyorum, seni alacak, benim kızım.”diyorlar. Ağaç yere devrilince de sahibi, “Beni kızkardeşimden ettiniz.”diye başlıyor dövünmeye.”(2)

İlkel toplumlarda sanata geçişin buna benzer törenlerle başladığı yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Ağacın kutsallığına olan derin inanış değil midir ki, günümüzde hâlâ ağaçlara çal çaput bağlanarak dilekler tutuluyor.

“G. Strehlow orta Avustralya’daki Aranda ve Loritja oymaklarıyla ilgili olarak şunları yazıyor:

‘Bir kadın gebe kaldığını, yani ratapa!nın (totemin) içine girdiğini anlar anlamaz, doğacak çocuğun dedesi… bir mulga ağacına gider ve bireyi atalarına ve evrene bağlayan gizli totemden (tjurunga’dan) küçük bir parça keser, üstüne bir hayvan dişiyle totem atası ya da kendi totemiyle ilgili işaretler de çizer… Totem, totem atası, totemin çocuğu (törelerde özel süsleri ve maskeleriyle temsil eden kişi) tjurunga türkülerinde bir tek bütün olarak belirir…’” (3)

Yine günümüzde sevgili adlarının baş harfinin ağaç kabuğuna çakıyla kazınıp kalbin ortasına yazma geleneği demek ki Avustralyalı atalarımızdan miras bir şeymiş!

Halen yaşamakta olduğumuz batıl inanışların kökeninde bu totem inançları yatmıyor mu? Özellikle son zamanlarda artma eğilimi gösteren linç girişimleri de bana ilkel dönemleri anımsatıyor. Toplumsal travma yaşadığımız 12 Eylül öncesine bir dönüş mü var, ne dersiniz?

Yirmibirinci yüzyılın kralları nasıl olacak dersiniz? Geçmişte kralın yeri ise şuydu:

“Nijerya’da krallar önceleri sadece kraliçelere kocalık ederlerdi. Toprağın ürün verebilmesi için kraliçelerin gebe kalması gerekirdi. Ay-Tanrının yeryüzündeki temsilcileri sayılan erkekler görevlerini yerine getirdikten sonra kadınlar tarafından boğulurdu.

Hititler öldürülen kralın kanını tarlalara serperler, etlerini de kraliçenin bakıcı kızları yüzlerine dişi köpek, kısrak ve dişi domuz maskeleri takarak yerlerdi. Anaerkillikten ataerkilliğe geçilince kraliçenin yetkileri de krala geçmeye başladı. Kral yapma memeler takıp uzun etekli giysiler giyerek kraliçenin yerini aldı. Onun yerine sözde-kral kurban edilmeye başlandı ve sonunda sözde-kral’ın yerini de hayvan kurbanlar aldı. Gerçek efsaneye; büyücülük törenleri dinsel tapınmaya; en sonunda büyücülüğün kendisi de sanata dönüştü.” (4)

Şimdi ise, demokrasimizin sözde-kralları siyasi parti liderleri miydi yoksa?

Rahmetli iki ablamın bana ağaç olmasını, gölgelerinde yeni düşlere yelken açmayı ne kadar da isterdim., Peki ya siz, kızkardeşinizin ne olmasını isterdiniz?



Kaynakça:
(1) Mavisel Yener, ‘Yol Arkadaşlarıma’ adlı yazısı, Çamlı Bahçeninin Giz(li) Sözleri, 20.05.2004, İzmir
(2) Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çeviri: Cevat Çapan, s.49, Konuk Yayınları, 1.Baskı,1974, İstanbul
(3) a.g.y., s.53
(4) a.g.y., s.50 Ömer AKŞAHAN ,Mevsimsiz


Devamı İçin Tıklayınız...>>

KEŞKE DİYORDU.......KEŞKE YAKMASAYDIM...........
















İnsanlarımız sanki ceplerinde ateşlerle geziyor...Geçtikleri yerlere ateş mi dökülüyor ne..İnsan geçen hemen her yerde yangın..
Vatandaşımız gidiyor...Ormanda ya da yol kenarında , ot, kuru dal ve artıkların olduğu en tehlikeli yerde güzelce ateşini yakıyor...Uyardığınız zaman cevap hazır...başında biz varız... su da var diyorlar...
Halbuki bilmiyorlar ki ormanların yanmasına onlar gibi nasıl olsa bir şey olmaz diyen vatandaşlar sebep olmaktadır..

Bir seferinde yine bir yangın ihbarı gelmişti. Orman işletme şefi ,orman muhafaza memurları , yangın ekipleri ihbar yerine hareket etti...

İzmir Özdere civarında yangın olan yere ulaştı ...Genç bir kadın , kucağındaki bebesine sarılmış ağlıyordu..
Seferihisar -Kuşadası asfaltının deniz tarafındaki kısmında bir grup çam ağacı ,çalı ve otlar yanıyordu... Asfaltın diğer tarafı sarp ve taşlık kayalık yapıda ormandı... Yangın henüz o tarafa sıçramamıştı... Ve ağlayan genç kadının hemen yanında bir otomobil yanıyordu..

Otomobilin yanıbaşında piknik ateşi yakılmış, çay demlenmişti. Ama kötü şans, ateşin bir kıvılcımı, hani o , ne olacak canım ben başındayım , ayağımla bile söndürürüm dedikleri o ateşi genç kadın ve kocası söndürememişti. Bebelerini ateşten zor kurtarmışlardı.. Ama otomobilleri yanmıştı... Yanan çam ağaçlarıyla birlikte....
Keşke diyordu kocası... keşke şu ateşi yakmasaydım... Evet, ah , keşke yakmasaydı... O bir kıvılcımdan çıkan ateş, sadece ağaçları değil, o ortamda yaşayan canlıları da yoketmekteydi...Karıncalar,tosbağalar, böcekler...Bunların yanarken yaşadığı acıyı hissetmeniz mümkün mü ?Evet demeyin, hissedemezsiniz...

Şunu hiç düşündünüz mü ?Azalan her yeşil bitki, doğanın ve dünyamızın biyolojik ölümüne bizi bir adım daha yaklaştırıyor..Fotosentez ,CO2 alımı ve O2 salımı, bu esnada üretilen vejetatif besin maddeleri , yaşam ve besin zincirinin ilk halkası..Koptu mu yaşam biter..
Yaşamın temeli yeşil ,yani fotosentez yapan bitkiler..... Bunu düşünmek , doğamıza karşı fazlası ile duyarlı olmayı sağlar aslında..Orman yangınlarının %99 u insan eliyle çıkan yangınlardır...Bir sigara, bir piknik ateşi, anız artıklarının yakıldığı bir tarla..Üşüyen bir çoban...Bu biraz da toplumsal bilinç ve sorumluluk yokluğunu gösteren bir durumdur...
Son zamanlarda duyarlılığın arttığını gösteren en önemli göstergelerden birisi de ALO 177 (ÜCRETSİZ ORMAN YANGINI İHBAR HATTI ) na gelen ihbar telefonlarının sayısındaki artmadır...Bu sayede büyük orman kayıplarına yol açabilecek bir çok yangın küçük bir ateş halindeyken bastırılabilmektedir.
Evet,herşeye rağmen doğa'nın yokedilişini gören gözler de var... Özellikle gençler , yarın bu dünyanın sahibi olacak olan gençler, ekolojik felaketin kurbanı olmamak için artık daha duyarlı olmaları gerektiğinin farkında..
Bu da bir umuttur..

Yeter ki ,iş işten geçmeden...



Remzi BİRCAN



Devamı İçin Tıklayınız...>>
 
Clicky Web Analytics